Jump to content

Köşe yazarları


Sirine

Recommended Posts

KAÇ KOPYAYIZ BİZ???

Hiç düşündünüz mü orjinal kişiliklerinizden

Kaç kopya çıkarılabileceğini?

Kaç farklı hayatı birarada yaşadığınızın far­kında mısınız?

İstemeden yaptıklarınız isteyip yapamadıklarınız, gündüz yapıp gece pişman oldukları­nızla nasıl çaresizce baş­ka başka dünyalara doğ­ru kanat çırpmaya

çabaladığınızı farkediyor musunuz?

Bir dost nikahının or­tasında birden bastıran hüznün, bir büyüğün ce­nazesinde karşılaştığı­nız eski bir sevgiliyle çı­kagelen coşkunun, sizi nasıl kopya kopya çoğalttığını ve tek bir sizden ne çok sizler yarat­tığını biliyor musunuz?

Sınırlı bir hayatı çabucak tüketmek için dörtnala koşturup dururken, bir an olsun, durup, geride kaç farklı ayak izi bıraktığımıza dikkat ediyor musunuz?

Halen sinemalarda gösterilen "Multipli city" (Dördümüze Bir Eş) işte bu sorulara ya­nıt arıyor. Filmin kahramanı (Michael Kreaton) çağdaş bir hastalığın kurbanı; işinden başını kaldıramayan, oradan oraya koşturmak­tan ne evine, ne sevdiklerine zaman ayıramayan ve sonunda hiçbirşeyi doyasıya yasayama­dan bitkin düşen bir "işkolik"...

Bu çıkmaz sokakta debelenip dururken in­sanların benzerim üretmeyi başarmış bir genetik araştırmacıyla tanışıyor ve kendisinden bir kopya çıkarttırıyor. Böylece işine aslını, evine kopyasını göndererek durumu idare ediyor. Ancak zamanla bu da yetmez oluyor. Kopyalar önce üçe, sonra dörde çıkıyor. So­nunda aynı adamdan, çılgın, serseri, evcil, iş­kolik kopyalar türüyor.

Yönetmen Harold Ramis, güncel bir sûru­nu sinema teknolojisinin de yardımıyla ve mizahi bir dille perdeye taşırken, çağdaş İnsanın iç dünyasındaki kimlik krizini ve karmaşayı da olanca çıplaklığıyla sergiliyor.

Senaryoya bakınca sormadan edemiyorsu­nuz:

Sahi kaç kopyayız biz?

Aynı beden içinde kaç farklı ruh halini aynı anda yaşayıp, kaç farklı kişiliğe bürünebiliyoruz?

Bu kişiliklerin hangisi biziz, hangisi fotoko­pimiz?

James Bond filmlerindeki kibar, yakışıklı ve aynı zamanda da güçlü İngiliz salon erkekle­rini hayran hayran izleyen kadın mı size daha yakın, yoksa motorsikletli bir James Dean serseriliğine tutulup maceralar özleyen mi?

Ne zaman Maryl Streep'in çehresindeki duruluğun ve gizemin büyüsüne kapılıp din­gin hayatlar hayal ettiğinizi, ne zaman herşeye boşverip Madonna'nın isyana ve günaha çağıran sesine koştuğunuzu kendinize itiraf edebilir misiniz?

Huzurlu bir dağ başında sadece ırmak şırıl­tısı ve kuş sesleriyle sakin bir hayatı düşleyen bıkkınlar mısınız, yoksa deniz kenarında bile televizyonlarım ve cep telefonlarını elinden bırakamayan gönüllü kent mahkumları mı? Ya aynı anda ikisine birden özenmenizi nasıl açıklayacaksınız..?

Hangi kopyanız "Kaçıp gidelim uzaklara diyor, siz sıkı sıkıya bu topraklara bağlı dururken...

Üfürükçülük adı altında bastırılmış içgüdü­lerinden cinsel fantaziler üreten din adamla­rını, ölümcül hırslarını sahte bir gülücükle maskeleyen siyaset ikonalarını, maçlarda bi­rer küfür mitralyözüne dönüşen kibar işa­damlarını görünce sistemin ne çok kopya ürettiğine şaşıyor musunuz?

Kinler, sevgiler, öfkeler, kahkahalar ve göz­yaşlarıyla örülmüş, çok kopyalı bir hayatı na­sıl kendinize bile söylemeye cesaret edemedi­ğiniz bir tür iki (üç-dört..?) yüzlülükle yaşayıp gittiğinizi farkediyor musunuz?

Her akşam haberlerin karşısında genç me­zarların ardından gözyaşı dökerken, sonra nasıl birden unutup kendi bencil dünyanıza çekilebiliyorsunuz?

Resmi bir toplantının ortasında, aklınızdan masanın üzerindeki kalın raporun sayfaların­dan oyuncak uçaklar yapıp, tek tek aşağı at­mak geçerken hala büyük bir ciddiyetle kös kös oturuyor olmanızı gülümseyerek mi ha­tırlıyorsunuz, üzülerek mi..?

Aklınızdan geçeni yapamamanın, ruhunuz kopya kopya çoğalırken asıl hayatı tek kopya olarak tüketiyor olmanın bedelini biliyor mu­sunuz?

Kopyalarınızı, orjinal kimliğinizle konuştu­ruyor musunuz hiç...?

İçinizdeki canavar, ruhunuzdaki melekle hesaplaşıyor mu?

Hangisinin ne zaman, nasıl ortaya çıkacağı­nı denetleyebiliyor musunuz?

Siz kopya sandıklarınızın bir bileşkesi misi­niz, yoksa kopyalarınız da aslınıza mı benzi­yor?

Bilmeden her kopyada aslınızı yeniden mi üretiyorsunuz?

Göçüp giderken ardınızda kaç asıl, kaç su­ret bırakacaksınız?

Kaçının hatırlanmasını isteyecek, kaçından utanacaksınız?

Sahi, kaç kopyasınız siz...?

Hangisi sizsiniz, hangisi fotokopiniz...?

CAN DÜNDAR ...

---------------------------------------------------------------

Sarı laleler nasıl soldu?

Şarkılarla ilişkimiz ne tuhaftır!

Çoğu zaman melodileri alır bizi bir yöne çeker, sözleriyse tam ters yöne...

Başımız döner.

Mesela "unut sevme beni" diye haykırarak eğlenilir bu ülkede.

İçinden hicran, gözyaşı, umutsuzluk geçen sözleri vardır ama gelin de bunu şarkının melodisine anlatın bakalım! Çünkü öylesine kolayca fıkırdaklaşır ki o melodi!..

Hele grup halinde masalarda çatal bıçak tıkırdatarak söylendiğinde aşktan korkunun şarkısı olmaktan çıkıp "sevgili çatlatacak" kadar hafifmeşrep bir havaya bürünüverir!

***

Beni fena halde irkiltir bu türden haller.

Nasıl mı?

Şu manzarayı gözünüzün önüne getirin.

Akşamın lacivert örtüsü yavaş yavaş her yanı kaplamaktadır.

Deniz kıyısındaki lokantanın bir masasında adam (veya kadın) karşısına eşini (veya sevgilisini) almış, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak bir şeyler yiyip içmektedir. Ortalıkta tatlı bir huzur hüküm sürmektedir.

Sonra birdenbire çalgıcılar peydah olur.

Bir işaretle müzik başlar: "Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla dolu/ Hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal oldu."

Adam yüzünü denizin durgun karanlığına çevirir, kadın öne eğer. İkisi de mırıldanır gibi eşlik ederler: "Sevda bahçelerinin çiçekleri hep soldu."

Ama çalgıcıların hiç umurunda değildir! Onlar melodinin tatlı dalgalanmalarına kapılmış, sözlerin zehrini unutmuştur.

Oysa masadaki çift birbirlerinden kopmuş, ortalığı hayaletler sarmıştır. Eski sevgililer, kırıklar, kırıklıklar resmigeçit yapmaktadır...

***

Aslında lafı "Sarı Laleler"e; daha doğrusu MFÖ'nün son "hit"iyle ilişkime getireceğim...

Kime sorsam "insanı böyle bir çırpıda kucaklayan ve bir daha bırakmayan şarkı az bulunur" diyor.

Haksız sayılmazlar.

Hele o nakarat!

Nasıl da sakin, nasıl da gündelik hayat kadar sahici ve bir o kadar da etkileyicidir!

"Sana sarı laleler aldım çiçek pazarından."

Ben özellikle o "çiçek pazarı" bölümüne bayılmıştım. Mazhar Alanson'un sesindeki üşengeç ağırlığın insana "Şu aşka bak! Bu adamı da yerinden kaldırıp çiçek pazarına yollatmış ya" dedirtişini sevmiştim.

Tasavvur edin...

Bir çiçekçiye değil, çiçek pazarına gitmeyi düşünün...

Gösterişli, gönül çalıcı, allı pullu buketler, sepetler yaptırmak değil, pazardan sarı laleler sardırıp eve koşa koşa dönmeyi...

Hem "çiçek pazarı" zihnimizde yarattığı çağrışımlarla ne kadar da güzel bir yerliliğe sahiptir, değil mi?

Belki bunun etkisiyle, belki şapşallıktan; "sen olmasan buralara gel(e)mezdim ben/sevemezdim bu şehri/anlamazdım dilinden" dizelerini de yerli yerli anlamış, öyle sevmiştim...

İstanbul'un "dil"ini anlamakta zorluk çeken bir adamın İstanbullu bir kadınla aşka düşüşünü, çatışmalar, gelgitler yaşayışını; "nasıl bir sevdaysa bu/karşı koyamam" deyişini hayal etmiştim.

Fakat medyadan, onun hayallere düşman haberciliğinden uzak kalmak mümkün mü? Alanson'la yapılan tek bir röportaj "Sarı Laleler"i çiğnedi geçti.

Şarkının büyüsü bozuldu, laleler soldu.

Efendim, şarkıyı Mazhar Alanson Hollanda'da yazmış. Sevgilisiyle aralarında fırtınalar esen bir gün çıkıp Amsterdam çiçek pazarından sarı laleler almış. Sonra da şarkısını yapmış...

Bir iki haftadır fark ettim ki, AGU'yu diskçalarıma koyup dinlemiyorum. Neden?

Bilmem! Şarkının havasına turistik ve "ecnebi" bir şeyler katılmasından mı?

Bizde gidip lale almak özel ve çok anlamlı bir seçimdir. Oysa Hollanda'da ne yana dönsen karşına çıkan çiçektir lale ve o ülkenin her sokağı, her meydanı çiçekçilerle doludur zaten...

Mazhar Alanson'un söyleyişini hâlâ çok hoş buluyorum ama neye yarar!

Çünkü bildiğim şu: "Sarı Laleler" de tıpkı yüzlerce yıl önce Osmanlı toprağından Avrupa'ya lale soğanlarını kaçıran tekne gibi benim "karasularım"dan yavaş yavaş uzaklaşıyor...

VATAN-Haşmet Babaoğlu

Link to comment
Share on other sites

SİZİN ÖZLEMİNİZ HANGİSİ?

1. Hava sıcak. Herkes öğle uykusunda. Mutfakta buz gibi bir limonata sürahisi duruyor. Uykudan kalkmışsınız. Öğleyin kadınbudu köfte ve domates soslu biber kızartması yemiş, iyice susamışsınız. Büyük bir bardağa limonata koyuyor, kana kana içiyorsunuz. Bir karasinek vızıldayarak mutfak perdesine konuyor. Pencereden sardunya saksıları ve elma ağaçları görünüyor. Elma ağaçlarının altındaki minderler sizi çağırıyor. Kitabınızı alıyor (Mesela Ayn Rand, Yaşamak İstiyorum) minderlere uzanıyor ve önünüzdeki uçsuz bucaksız yazın sessizliğinde keyfinize bakıyorsunuz.

2. Kalabalık bir ofis. Özel, camlı bölmenizde oturuyorsunuz. Dışarıda koşuşturan elemanlara bakıyorsunuz. Hepsi emrinizde. Ödleri patlıyor sizden. Hoşunuza gidiyor bu. Gıcıklık olsun diye kaşlarınızı çatıp gözlerinizi daha çok dikiyorsunuz üzerlerine. Tedirgin oluyorlar, fark ediyorsunuz. Bir sorun, bir aksilik, bir şey bulmanız lazım... Fiziğini en beğendiğiniz elemanı çağırıyorsunuz yanınıza, telefonla. Telefonu kapayışını, dik durmaya çalışarak gelişini izliyorsunuz. Kapıyı açık bırakmasını söyleyerek bağırmaya başlıyorsunuz. Burası bir iş yeri ve iş yerinde kırmızı giymek edep kurallarına aykırı. Elemanın yüzü kazağı ile aynı rengi alıyor ama ses çıkarmıyor. Çıkaramaz çünkü ve siz buna bayılıyorsunuz!

3. Karşınızdaki avazı çıktığı kadar bağırıyor. Ondan nefret ediyorsunuz. Arkanıza bakmadan çıkıp gitmek geliyor içinizden. Hatta kül tablasını da gitmeden önce kafasında paralamak istiyorsunuz. Birden kendinize sizi tutan şeyin ne olduğunu soruyor ve verdiğiniz yanıtı çok saçma buluyorsunuz. Ceketinizi alıyor, arkanıza bakmadan kapıya gidiyorsunuz. Ölesiye nefret ettiğiniz o kötülük torbasının şaşkın bakışlarını görmeseniz de tahmin edebiliyorsunuz... Kuduruyor öfkeden ve siz gidebilmenin, gitmenin sonsuz hazzı içinde yürümüyor, adeta uçuyorsunuz.

4. Saat 11.00'de kalkıyorsunuz. Mutfak personeliniz mükellef bir kahvaltı hazırlamış ama canınız hiçbir şey çekmiyor. Bir fincan kahve alıp pencereden şahane manzarayı izliyorsunuz. Kişisel bakım ve yoga dışında bugün yapacak hiçbir şey yok. Resim kursuna mı gitseniz, ahşap boyama kursuna mı?İkisinin de modası çoktan geçmiş. En iyisi bir yurt dışı seyahati yapmak. Hem Louis Vuitton çantaların yeni modellerini de görmek lazım. Ah, hayat ne kadar durağan ama siz hep bunu istememiş miydiniz?

5. İşte: Kutuyu cebinden çıkardı. Önünüze bıraktı. Evet evet! Sonunda evlenme teklifi geliyor ve geldi. Bunu yıllardır bekliyorsunuz. Herkes evlendi de boşandı bile. "Siz ne zaman evleneceksiniz yahu" sorusuna nihayet bir yanıt verebileceksiniz. Artık sizin de yüz otuz beş parça yemek takımınız ve zaman içinde evliliğin hoyratlığıyla bin beş yüz parça olmuş bir ruhunuz olacak. Nihayet. Olacak sonunda. Evleneceksiniz.

6. "Sen endişelenme, ben hallederim" diyor. Sorun bile olmayacak her küçük düğümü çözen biri var yanınızda. "Sen dur, ben yaparım; tamam, ben düşünürüm. Tamam merak etme" diyor. Merak etmiyorsunuz siz de... Siz çalışırken kimse uyumuyor. Aksine, birileri sorumlulukları paylaşmanın ötesinde, çekip alıyor omzunuzdan demir pelerini. Çürümüş omzunuz bu ağırlıktan. Çürümüş kafanızın bir köşesi yapılacakları düşünmekten. Nasıl da yorulmuşsunuz! Dağınık bir yaşamı toparlamak ortalığı toparlamaya benzemiyor ki... Huzur içinde uyuyorsunuz. Bir dağı tek başınıza taşımayacağınızı biliyorsunuz. Birisi yeni bir sorun eklemediği gibi ömrünüze, "sen dur biraz" diyor. "Bir soluk al." Duruyor ve derin bir soluk alıyorsunuz...

İCLAL AYDIN/VATAN GAZETESİ

Link to comment
Share on other sites

Tatilden dönmüşüm ya, arkadaşımla konuşurken bir yandan da gözümün önünden havuzbaşlarında, dinlence teraslarında tanık olduğum çocuk manzaraları geçmeye başladı.

Bir bağlantı var!

Kesin!

Bizim huysuz, mızıkçı ve mızıldanmacı yetişkin dünyamızla huysuz, huzursuz ve sürekli sızlanan çocuklarımız arasında bir bağ var!

***

İlk tatil mekânımda çocukları olan çok sayıda yabancı aile vardı. Ama çocuk sesi derseniz, çıt çıkmıyordu.

İlgiyle izledim onları: Havuzdaki ve deniz kıyısındaki Hollandalı, Belçikalı, İngiliz çocuklar bir şey isterken mızıldanmıyor, onca bunaltıcı sıcağa rağmen sızlanmıyordu.

En yaramaz görüneni bile gürültücü değildi. Asıl ilginci de şuydu: Anne babalarından saatler boyu bir şey talep etmeden oracıkta oyalanabiliyorlardı.

***

Sonra başka bir tatil yöresine ve orada bir otele yerleştik. Bu sefer sessiz, sakin, az sayıda konaklayanın bulunduğu bir yerdeydik.

Yol yorgunuyduk, otelden çıkıp denize gitmek yerine güneşlenmek ve bir şeyler atıştırmak için havuz kenarına indik.

Havuzda iki çocuk vardı. Bizim çocuklardan…

Öyle huysuz, öylesine gürültücü, öylesine tatminsizdiler ki, anlatması güç!

Hemen oracıkta güneşlenen anne babalarının yanında ve onların himayesinde müthiş şımarıklaşmışlardı!..

Ortalığı altüst etmek ve havuzdaki orta yaşlı turiste rahat vermemek için birbirleriyle yarışıyorlardı sanki!

***

Yine hatırlıyorum da yurt dışında bir havaalanında haykırıp yerlerde tepinen çocukların seslerini işitince "Mutlaka bizdendirler" diye düşünmüş ve kısa süre sonra tahminimizin doğru çıktığını gördüğümüzde şaşırmamıştık! Şık, alımlı, burnundan kıl aldırmayan genç annelerini uçağa biniş koridorlarında ter içinde bırakan şımarık çocuklar da "bizimkiler"dendi, ötekiler sessiz, sakin kucakta bekliyorlardı.

Gerçek şu ki...

Bu huysuz ve huzursuz çocuklar büyüyor, ortaya huysuz ve huzursuz bir toplum çıkıyor.

Bu şımarık ve mızıkçı çocuklardan ne sevmeyi bilen ne de sevildiğine güvenen yetişkinler doğuyor.

Anlattığım manzaralar belki "bizim koca bebekler niye böyle?" sorusuna bir cevap olabilir.

Ama şurası kesin ki, "bizim çocuklar neden böyle?" sorusunu ciddi biçimde sormak ve cevabını araştırmak gerekiyor.

Vatan Gazetesi:Haşmet Babaoğlu

Link to comment
Share on other sites

Düşünen Adam mı, bekleyen adam mı?

Öyle bir heykeldir ki, durup uzun uzun bakmazsınız, gelir geçersiniz yanından ama zihninize fena kazınır.

Aklınızda kalır.

Ve ilginçtir; tarifi zor bir buruk duygu eşlik eder heykelin şekline şemailine...

Rodin'in "Düşünen Adam"ından söz ediyorum.

Sabancı Müzesi, ziyaretçileri müzeye taşıyan taksi şoförleriyle bağları güçlendirme amacıyla Rodin sergisini geçen gün özel olarak taksicilere açmış.

Taksiciler sergideki heykeller arasında en çok Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ndeki kopyasından tanıdıkları Düşünen Adam'la ilgilenmiş.

Taksici Bayram Ekici "Deli bile öyle oturmaz" demiş ve heykeldeki karamsarlıktan söz edip eklemiş: "İnsan ya aşk acısından ya da yokluktan böyle düşünür." (Milliyet, 06/0706)

***

Küçükken bir hasta ziyareti için gittiğimizde Bakırköy'deki kopyayı görüp çarpılmıştım.

Ama ne çarpılma!

Sonunda annem minik odamdaki minicik kütüphanemin rafında durması için heykelin biblosunu almıştı da, rahatlamıştım.

Yıllarca baktım o bibloya.

Gün geldi, Rodin'in başlangıçta o heykelde İlahi Komedya'nın yazarı Dante'yi tasvir ettiğini öğrendim: "Sıska Dante kayaların üzerine oturmuş büyük yapıtını hayal ediyor."

Sonra vazgeçmiş Rodin bu fikirden.

Dante'nin üzerinden giysisini çekip çıkarmış; "onu cılız bir hayalci olmaktan çıkartıp gürbüz bir yaratıcıya" çevirmek istemiş. En sonunda da İlahi Komedya kahramanlarından cehennemin kapısında durup kimin içeri gireceğine kimin geri gönderileceğine karar veren yargıç olarak heykeli tamamlamış.

Gün geldi, Bakırköy'deki kopyayı bir süre orada yatan hasta heykeltraşlar Kemal Künmat'la Mehmet Pişdar'ın yaptıklarını öğrendim.

Gün geldi, Rodin sergileri gördüm; Düşünen Adam'ı Rodin'in başka heykelleriyle karşılaştırdım, kıyasladım.

Ama sekiz yaşımdan bu yana şu fikrim hiç değişmedi.

Heykeldeki adam düşünmüyor...

Hani halk arasındaki deyimle "düşünceli" bir adam belki ama düşünmüyor, hatta düşünemiyor...

Kasları gergin, oturuşu rahatsız, kaşları neredeyse çatık.

Sanat tarihçileri Rodin'in bu heykelde düşünme halinin "fiziksel gücü"nü göstermeye çalıştığını ve başarısının burada yattığını söylerler. Onlara göre heykelin sırtındaki şişmiş kaslar sanatçının başlı başına hüner gösterisidir...

Hayır. Hayır. Hayır.

Bu adam bekliyor...

Hiç gelmeyecek olanı beklerken ağır ağır çöken bir adamın heykeli bu.

O sırta dikkatle bakın; bütün o kaslara rağmen sanki geçen her saniyeyle biraz daha eğiliyor, çöküyor gibidir.

Duruşa bakın; ellere, ayaklara, yüze bakın.

Beklemekten umudu kesmenin eşiğine gelmiş, derdiyle içine doğru büzülmeye başlamış, gergin bir adam.

Rodin ne yaptığının farkında değil miydi?

Bilmem, orası beni ilgilendirmiyor. Zaten sanat yapıtının bütün gücü orada değil midir? Yapıt öyle bir şeydir ki, tamamlandığı anda kendisini meydana getiren kişinin arzu ve amaçlarından firar eder.

***

Yıllar önce Londra'da bir fotoğraf sergisi görmüştüm. Rodin'in "Düşünen Adam"ının çeşitlemeleriydi fotoğraflar.

Sergideki 40'a yakın fotoğrafın 30 küsurunda Düşünen Adam'ın bir metro istasyonunda tren beklerken veya parktaki bankta sevgiliyi beklerken görüntülenmesi bence çok manidardı.

Neyse...

Diyeceğim o ki, şoför Bayram Ekici haklı: "Deli bile böyle oturmaz!"

Akıllı hiç oturmaz.

Bir tek bekleyen, beklemeye mahkûm edilen öyle oturur.

Bir kayanın ucunda, öylesine çırılçıplak oturmuş bekleyen...

Peki kimi bekliyor?

Kim gelecek?

Sevgili mi? Godot mu? Mesih mi?

Heykelin bütün gücü buradadır işte; yarattığı bu gizli ve gizemli duyguda...

Haşmet Babaoğlu-VATAN

Link to comment
Share on other sites

91 yıllık hikâye...

Yıl, 1915.

Çanakkale'de kan gövdeyi ******ürüyor.

"Geçerim" diye saldıran emperyalistlerin insan kaybı, 200 bini aşmış...

"Geç de görelim" diyen dedelerimizin kaybı ise, 250 binin üstünde...

Mermiler havada çarpışıyor.

Cesetler toplanamayacak kadar çok...

Bu inanılmaz kıyıma rağmen, İngiliz Hükümeti durumdan memnun.

Çünkü gerçeği bilmiyor.

Çanakkale'deki İngiliz cephe komutanı, "Vaziyet gayet iyi... Bugün yarın geçeriz" raporları gönderiyor devamlı...

O sırada genç bir gazeteci var orada.

Avustralyalı.

Melbourne Age Gazetesi'nin muhabiri.

Görüyor ki, durum kel...

Hadise, hiç de İngiliz komutanın anlattığı gibi değil.

Türkler kafaya koymuş...

Kuru ekmek yiyor, bulursa üzüm hoşafı içiyor, şakır şakır ölüyor... Ama geçirmiyor.

Avustralyalı olduğu için özellikle dikkatini çeken bir konu daha var.

İngiliz komutanlar, karargâhta klasik müzik eşliğinde viski yudumlarken, Anzaklar patır patır gidiyor. En son iki tabur Anzak gönderiyorlar bir bölgeye... Türklerin, iki taburu yok etmesi iki saat bile sürmüyor.

Üstelik, müthiş bir sansür var.

Yazdığı haberler, İngiliz yetkililer tarafından engelleniyor.

Bakıyor ki, olacak gibi değil...

Sarılıyor kaleme, tüm gerçekleri tek tek anlattığı, 8 bin kelimeden oluşan, "Gelibolu Mektubu"nu yazıyor.

Özeti şu:

"Çanakkale geçilemez... Hemen çekilin."

Ve bu mektubu, sansürden kurtulmak için Avustralya Başbakanı'na "elden" ulaştırıyor.

Avustralya Başbakanı mektubu okuyor, gözlerine inanamıyor ve acilen, yine "elden", İngiltere Başbakanı'na ulaştırıyor.

İngiltere Başbakanı mektubu okuyor, Savaş Kabinesi'ni topluyor, orada bir daha yüksek sesle okuyor...

Gizlice araştırılıyor.

Mektup doğru.

Hatta az bile yazılmış.

Cephedeki İngiliz komutanın, kendi poposunu kurtarmak için palavra attığı anlaşılıyor.

Ve karar veriliyor.

Komutan görevden alınıyor.

Emperyalistler, Çanakkale'den çekiliyor.

Yazdığı mektupla savaşın sona ermesini sağlayan genç gazeteci, Avustralya'da "kahraman" gibi karşılanıyor.

"Sir" ünvanı veriliyor.

E tabii kapılar açılıyor...

Savaşa "muhabir" olarak giden gazeteci, savaştan sonra "gazete sahibi" oluyor.

Yıl, 1952.

Çanakkale'de savaşın kaderini değiştiren "sir gazeteci" vefat ediyor.

Bir tane oğlu var...

O zamanlar, 21 yaşında.

Babasının gazetesinin başına geçiyor.

Çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor.

Avustralya'ya sığmıyor...

ABD'ye, Avrupa'ya el atıyor.

Bugün, 75 yaşında.

Dünya medya imparatoru.

75 televizyon kanalı...

175 gazetesi var.

TV kanallarıyla 600 milyon izleyiciye, gazeteleriyle 11 milyon okuyucuya hitap ediyor.

Yıl, 2006...

Çanakkale'nin "dövüşerek" geçilemeyeceğini ilk anlayan "sir gazeteci" nin oğlu, Çanakkale'nin nasıl geçileceğini gösterdi...

EFT'yle.

Bastı parayı, TGRT'yi aldı.

İsmi, Rupert Murdoch.

SABAH-YILMAZ ÖZDİL

Link to comment
Share on other sites

CAN DÜNDAR'DAN TERCİH....

>Enstrüman seçmek için bir karar almam gerekiyordu. Ya

>keman

>çalacaktım, ya piyano; ya flüt çalacaktım ya da

>akordeon...

>Olmadı

>hepsini istedim, hiçbirinden vazgeçemedim.

>Yıllar geçtikten sonra her enstrümanı iyi

>çalabiliyordum; ama

>hiçbirinde virtüöz değilim.

>Bir enstrümanla isim yapamadım. Ne kemanla tanınan bir

>eserim

>var,

>ne de piyanoyla..

>Bütün enstrümanları iyi çalıyorum, ama kimse tanımıyor

>beni.

>Başarılı olmak için her şey değil, bir şey lazımmış.

>Başarı bir verişmiş; bir şeyi alabilmek için bir şeyi

>vermek,

>diğerlerinden vazgeçmek gerekiyormuş. Keşke kemanı

>seçseydim

>ve

>diğerlerinden vazgeçseydim.

>Karıma da hayatı zindan ettim,

sevgililerime

>de...Hiçbirinden

>vazgeçmedim.

>Yani... Evlilik sadece birisi için karar almak, ya

>diğerlerinden

>vazgeçmek...

>İşte evlenirken ben bunu anlamadan evlenmişim.

>Evlendikten sonra başka kadınların da olduğu bir

>hayatı

>yaşamaya

>devam ettim. İçlerinden bazılarını daha çok sevdim;

>ama ne

>onlardan birinde, ne de karımda karar kıldım.

>Yıllar sonra şimdi yapayalnızım... Ne karım kaldı, ne

>de

>diğerleri...

>Keşke birini gerçekten seçebilseymişim, ama yapamadım.

>Tıpkı enstrüman seçimi gibi hepsini istedim ve sonuçta

>elim

>boş

>kaldı.

>Almak için bırakmak gerekiyormuş. Dolu dolu boş

>yaşamak.

>Hayatım boyunca yapacak çok işim oldu; hepsini yapmayı

>

>istedim.

>Hangisinde "en iyi" şimdi bakıyorum,

kazananlar,

>başarılı

>olanlar

>hep bir tek şey yapmışlar.

>En iyi olmak için önce seçmek ve diğerlerini bırakmak

>gerekiyor.

>İşte de böyle, özel yaşamda da...

>Bu seçimi yapmanız gerekiyor; çünkü mutlaka bazıları

>daha

>uygun...

>Bir ara ekonomik sıkıntıya düştüm. Tasarruf gerek.

>Başladım her şeyden %10 kesmeye, ne anlamsız bir

>uğraşmış bu.

>%10 daha az peynir yemek, çay içmek. Bu tasarruf çok

>acı verdi

>bana, her an hissettim.

>Çok sonradan anladım; sadece taksiyle dolaşmayı

>bıraksam

>yetermiş!

>Her kalemden %10 değil etkili kalemi bulmak

>gerekiyormuş. Yani

>orada da seçim yapmak gerekiyormuş...

>Her seçim bir kaybediştir! Her tercih bir vazgeçiştir

>çünkü...

>Sabah işe gitmekle, yatakta nefis bir

miskinlik

>fırsatından

>vazgeçmiş olursunuz. Kalkar kalkmaz hayat bin seçeneği

>dayar

>burnunuzun ucuna...

>'Ne giysem' telaşından, öğle yemeğinde 'Ne alırdınız?

>diye başucunuzda biten garsona, 'hangi kanaldaki filmi

>

>izlesem'

>kararsızlığından 'bize oy verin' diye bağrışan

>partilere kadar

>her

>şey, herkes, her an sizi ısrarla bir tercihe zorlar.

>Yastığınıza teslim olmuşsanız, belki dışarıda ışıl

>ışıl bir

>günden

>vazgeçmiş olursunuz.

>Bahar esintileri taşıyan bir elbise belki o gün

>yaş*****zı

>ışıldatabilecekken, ağırbaşlı bir sadeliğe karar

>vermekle

>muhtemel

>bir tanışıklığı tepersiniz.

>Belki yemediğiniz musakka, ısmarladığınız İzmir

>köfteden daha

>lezzetlidir. Ya da öbür kanaldaki film, o anki

ruh

>halinize

>daha

>uygundur.

>Ama yaşam, vazgeçtiğiniz şeye ilişkin ipucu vermez.

>Geri dönüp, o gün gökkuşağı desenli bir elbiseyle

>yeniden

>yaşama

>şansınız yoktur.

>Bu seçim oyununda vazgeçtiğiniz şey, seçtiğinizden

>daha

>değerliyse

>pişmanlık kaçınılmazdır.

>Ama neyin değerli olduğunun kararı da yine size

>aittir.

>Ve vazgeçtiğiniz şey bazen bir saray, bazen şöhret

>sahnesinin

>parıltılı neonları da olsa, çoğu zaman gözünüz arkada

>kalmaz.

>Çünkü duvarlarına sevdiğinizin kokusu sinmiş bir ev ya

>da

>sevdiğiniz kadınla paylaşamadığınız bir saray sizin

>için

>borsada

>kolay feda edilebilir değerlerdendir.

>Hayata bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, bu

>seçimde

>kazandıklarını sananlara yalnızca

acıyarak

>gülümsersiniz.

>Her şeyin sıradanlaştığı bir dünyada bazen kaybetmek

>en doğru

>seçimdir.

>Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçiştir.

>CAN DÜNDAR

Link to comment
Share on other sites

Mutsuzluk mutluluk ve sevmek!

Adam sersemlemiş, dağılmış bir haldedir.

Çünkü uzun zamandır aynı evi ve kalbini paylaştığı kadın ondan ayrılacağını söylemiştir.

Kadının sözleri alabildiğine soğuk ve açıktır:Sen şimdi işe git, ben de eşyalarımı toplayayım.

Hiç hesapta yoktur bu ayrılık.

İlk anda ne diyeceğini bilemez genç adam. İşine gider ama rahat edemez. Eve döner.

Bir köşeye saklanıp eşyalarını toplayan sevgilisini izler bir süre.

Sonra dayanamayıp ortaya çıkar ve sorar: Ne yaptım sana? Kötü bir insan mıyım? Çekilmez biri miyim? Seni aldattım mı hiç? Canını yaktım mı? Hayır.

Bu soruların hepsinin yanıtlarının Hayır! olduğunu bilir.

Asıl soru kadının kederli gözlerine bakarken gelir: Seni mutsuz mu ettim?

İşte o anda kadın sevdiği adamın gözlerinin içine bakar ve dudakları titreyerek şöyle bağırır: Hayır!.. Ama sen biraz olsun mutlu olabilirdin!

***

Nick Hornby'nin çok tutulmuş romanı High Fidelity'den uyarlanan filmin bir sahnesiydi bu.

İzleyeli 6 yıl oldu; yine de filmdeki ayrılık anını perçinleyen o söz ara ara kulaklarımda çınlar.

Çünkü o söz özellikle günümüz ilişkilerinin en hassas noktasına temas eder ve acıtır.

Nasıl mı?

Anlatayım.

Bir kere her ciddi beraberlik daha başta mutsuzlukları göze alır.

Hatta ilişkinin içinde aşk veya aşka benzer bir tutku varsa acı ve mutsuzluk Allah'ın emri diye düşünenler çoğunluktadır.

Peki ya mutluluk?

Bir ilişkinin mutsuzlukları olabilir, tamam da mutlulukları hiç mi olmaz; asıl belirleyici olan mutluluk değil midir?

Taraflardan biri sürekli depresif, hep ekşi, hep hafifçe mutsuz kıvamdaysa karşısındaki yorulmaz mı?

***

İnsanlar elbette mutsuz olmak için bir araya gelmez, birlikte yaşamayı seçmezler.

Sadece dışarıya karşı yıkılmadık ayaktayız fotoğrafı vermek veya yalnızlık korkusundan aşk çıkmaz!

Asıl arayış, asıl hedef (öyle ya da böyle, saklı ya da açık) mutluluktur.

Birleşinceye kadar aşk gözlerde parlaklık, hareketlerde telaş ama dudak kenarlarında burukluk olarak yansır yüzlere.

Ama birleşince... Hele aşkın aşk olduğu birlikteliğin başlangıç günlerinde sevgililerin yüzlerinin mutluluğun resmine dönüştüğünü bilmeyen var mıdır?

Zaten mutlulukta tatlı tatlı esnemeyi andıran bir yan vardır. Biri mutlu hissetti mi kendini; yanındaki de uyar eninde sonunda...

***

Sonra... Tuhaf şey!

Günler, aylar, bazen de yıllar geçer ve mutsuzlukların paylaşılması devam eder de, nedense...

Mutluluklar paylaşılmaz olur.

Kritik nokta burasıdır.

Artık kadınlar kaygılı, erkekler kafaları dolu bir haldedirler ve ikisi de mutluluklarını arkadaşlarıyla yaşayıp paylaşmaktadırlar...

Nice düzgün ve düzenli modern ilişkiye yakından bakın; aslında tam bu noktada koptu kopacak bir halde durduklarını fark edersiniz.

Sanki ortalıkta birlikte mutsuz, başkalarıyla mutlu çiftler resmi geçidi yapılmaktadır.

***

Tabii High Fidelity filminin sonlarına doğru genç kadının aylardır uzak kaldığı sevdiği adama şöyle dediğini de görürüz: Sensizlikten yorgun düştüm.

Bir deneyimi bu kadar çıplak anlatan kaç söz vardır?..

Hangisini tercih edersiniz; sevgilinin bir türlü mutlu olamayışını izleyerek bitip tükenmeyi mi; onsuzluğun ve özlemin yorgunluğunu mu?

H.Babaoğlu

Link to comment
Share on other sites

Taraflar delil biriktiriyor

ASLINDA hiçbir ilişki bitmiyor.

Yani görünen o ki...

Yoksa neden biri evlenmiş, öteki başkasıyla beraber iki kişi hálá habire atışsınlar?

Mahkemelik oluncaya kadar?

Anladınız kim olduklarını. Ama önemli değil, genel bir durumdan söz ediyorum daha çok.

Evet, bitmiyor ilişkiler.

Bitmiyor dediysem "aşk sürüyor" anlamında değil.

Alt etme yarışı sürüyor.

Ki bu yarış bir ilişkinin neredeyse ana temasıdır.

Beraberliğin ilk gününde başlar, işte ayrıldıktan sonra bile sürer.

* * *

İlişkide taraflar birbirinin hasmıdır aslında.

Vallahi.

Ne yapsınlar "eşyanın tabiatı" böyle.

Her konuda birbirini bir alt etme çabasıdır gider.

"Sen beni, benim seni sevdiğimden daha çok seveceksin!"

Yani...

"Sen daha çok sürüneceksin benden!"

"Hayır, sen benden daha çok sürüneceksin!"

Kimsenin amacı, hırsı, gayreti daha çok sevmek değildir.

Daha çok sevilmek üzerinedir savaş.

Kendini daha çok sevdiren yenmiş olacaktır ötekini.

Taraflar birbirini "kul köle" yapmaya çalışır habire.

Ve nitekim bir taraf bunu başarır.

Fakat ayrılık gelip çattığında genellikle "kul köle" olan değildir yıkılan taraf.

Ötekidir ağlayan sızlayan, mahvolan.

O düne kadar kendisi için ölüp biten adam/kadın nasıl olup da vazgeçmiştir yanmaktan?!

Bir türlü kabul edemez.

Ayrılmayı kendi istese bile.

Çoğu zaman yeni bir ilişki bile soğutamaz yüreği.

Sürer gider hesaplaşma.

* * *

Bu hesaplaşmalarda görürsünüz ki taraflar beraberlikleri boyunca yemeyip içmeyip delil biriktirmişlerdir.

Karşı tarafın ne işe yaramaz biri olduğuna dair.

"Bunların hiç mi iyi günü olmamış" diye düşünür insan.

Bütün o sarılmalar, öpüşüp koklaşmalar... Habire aşklarının büyüklüğünü anlatmalar falan...

Meğer o sırada ileride kusulmak üzere safra toplanırmış!

Zor iş vesselam şu ilişki denen şey.

Her aşaması...

Ayrılıyorsunuz, bitmiyor.

Çok mu bilmişlik tasladım.

Ama doğru vallahi.

Test etmesi de kolay üstelik.

MIŞ-MUŞ

İlk kadın uzay turisti, "Uzay yanık kurabiye kokuyor" demiş.

E, olacak o kadar; oralara bir yere dantelli yatak örtüsü sermeye falan kalkmadığına şükredin.

Erdoğan, "Artık tank sesi olmaz" demiş.

İnşallah! Fakat bir gün "keşke" dedirtmeyin de millete!

Nezle virüsü evde bir gün yaşıyormuş.

Fakat buna karşılık "insan canlısı". 7 gün bağrına basıyor!

Pakize SUDA

Link to comment
Share on other sites

Günümüzün insani aska asik, asiga degil!

Asklarin kisa dönem askerlik gibi kisa sürmesinin nedeni herhalde bu...

Zaplanan asiklar dönemi bu dönem!

Kanaldan kanala gecer gibi asiktan asiga geciliyor.

Peki bu neden böyle oluyor??

Cünkü insan insana sevgisiz, insan insana tahammülsüz, insan insan icin fedakarlik duygusunu yitirmis, insan insana kendini adamaktan kaciyor!

Oysa fedakarlik, adanmislik varsa vardir ask!

Fedakarligin adanmisligin yasamadigi yerde yasamaz ask.

Ne yazik ki ugruna kendini adadigi ne bir ideali var günümüz insaninin

ne de ugruna kendini adadigi bir aski...

Nerde ideali, aski ugruna herseyden vazgecen dünün insani...

nerde hicbir sey icin hicbir seyden vazgecmeyen bu günün insani...

Hic degilse bir koyup üc almak istiyor. Bir koyup üc almadi mi iliski bitiyor. Iliskiler cikar menfaat üzerine kurulu.

Elektriklenmeler kisa devre. Bir günlük elektiklenmeler bir gecelik sevismeler ask saniliyor!

Sevgili bayanlar baylar..... aska ayip oluyor!!!

Can Dündar

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...