Jump to content

Şener Kökkaya İle Tiyatro Üzerine...


ysncn_

Recommended Posts

Şener Kökkaya İle Tiyatro Üzerine...

Tavır

Merhaba. Öncelikle bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

1943 Antalya doğumluyum. İlkokulu burada, Barbaros İlkokulu’nda okudum; 1954’te bitirdim. Afyona gittik. Ortaokulu orada okudum. Sonra Eskişehir’e göç ettiğimizden, liseyi de Eskişehir Atatürk Lisesi’nde bitirdim. Akademide üçüncü sınıfa kadar okuyabildim, sonra bıraktım okulu. Babamın memuriyeti dolayısıyla, Türkiye’nin çeşitli vilayetlerinde bulundum.

Siz Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) gibi çok önemli bir tiyatro kurumunda değişik roller oynadınız. AST deneyimini bugün nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tiyatroya 1957’de “Eskişehir Oda Tiyatrosu”nda başladım. 1960’da profesyonel oldum. Daha sonra İstanbul’da Pendik’te devlet tiyatrosu... Sonra da AST var tabi! 1966’dan 1981’e kadar oynadım AST’da. Güzel ustalarla çalıştım. En doğru ve zarif şeyleri yaptım. Yani tiyatro alanında “duruşumuzla” değil “hareketimizle” iftihar ettik. 1982’de irtibatım koptu.

Ancak takip ediyorum tabi. Ne yazık ki iyi işletilemiyor, eskisi gibi değil. Seyirciden kopuk olduğunu ve gündemi yakalayamadığını düşünüyorum. Turne yapmıyor, Anadolu’yu dolaşmıyor; olmaz böyle…

Mehmet Akan’ın “Hikâye-i Mahmud Bedreddin” projesinde, hem de 12 Eylül günlerinde yer aldınız. Eylül’de Bedreddin olmak kolay mıydı? Bir de, 12 Eylül’ün sanat ve sanatçıya etkileri üzerine neler söyleyeceksiniz?

“Yârin yanağından gayrı, her şeyde, her yerde hep beraber olmak için…” Bedreddin olmak her dönem zordur! Bir Angelika Hatun var, sonradan Melek Hatun olmuş ve çocuğunu döneminin burjuva eğitimiyle yetiştirmiş. O çocuk ne zaman ki Mısır’a gitmiş, bir kadınla tanışmış, işte o zaman onun bütün dünyası değişmiş ve bizim bildiğimiz Bedreddin olmuş.

O dönem de 1200’lü yıllar... Pir Sultan, Mevlana, aynı dönem Yunus Emre, Karacaoğlan o kadar zengin ve halkın sahip çıktığı insanlar bunlar. Bedreddin olmak zordur! Türkiye’de sanatçının işi hiçbir zaman kolay olmadı. Devlet, devlet olarak hiç yardım etmedi. Türkiye için yapılacak çok iş, söylenecek çok söz var. Biz hep çok tehlikeliydik. 3–4 oyun oynuyorduk.

Birine müdahale olunca hemen öbür oyunu devreye sokuyorduk. Bedreddin’i oynadığım zamanda, aynı zamanda 4–5 oyunu birlikte oynuyorduk. Özel olarak Bedreddin’e yoğunlaşamadım. Rolümü iyi yapmak, teknik olarak hakkını vermek gerekiyordu. Bu arada Mehmet Akan’ı da anmış olduk böylece...

12 Eylül bizde çok kalıcı bir tahribat yapamadı. Biz suç işlemedik, işimizi yaptık. “Ana” oyunundan sonra idamla yargılandık. Savcı diyor ki; “Bunlar sahnede kızıl bayrak çekip, marş söylediler.” Hâkim, “Ben oyunu seyrettim, senin gibi algılamadım.” diyor. 6 yaşında Harun Yeşilyurt diye bir arkadaşımız bile yargılandı. Utanç verici!

Biz ne kadar kabiliyetli bir milletmişiz yalanda, dolanda… Biz nasıl bu hale geldik? İnancımı kaybettim… Ve ben bunlara itibar etmediğim için dinozor olarak algılanıyorum… Mesele sadece sanatçı olmakta değil. Sanatçı olarak çok işimiz var bizim. Memleketimiz satılıyor. Bor madeni, dünyada ne kadar az bulunan, değerli bir maden ama biz satıyoruz boru... Su satılıyor; yollar, haberleşme satılıyor.

Satmayla nereye varılacak? Namaza niyet ettim de sonra vazgeçtim diyecek… İşte bizim dünyamız bu kadar. Artık ilgilenmiyorum. Bahçe kapısının dışındakiler beni ilgilendirmiyor. Ama bahçe kapısından içeri adımını attığın andan itibaren benim sahamdasın. Herkes kendi bulunduğu yere sahip çıkacak.

Oyunla olan ilişkinize gelelim. Şener Kökkaya, yer aldığı bir oyunda, metinle nasıl bir ilişki kuruyor? Metni nasıl inceleyip, yorumluyorsunuz?

Beter! Okuduğum hiçbir şeye inanmam. Allah kelamı olmadığı için günüme çok çabuk uygularım. Metni kendim bir daha yazarım. Çeviriler oluyor mesela, Almancadan, Fransızcadan. Direkt çevriliyor. Ben çevirileri yeniden yorumlarım. Önce politik bir hizaya getirir, sınıfsal bakarım. Bizim işimiz tek kişilik değil. Kadro işi. Sen olmazsan, beriki olmazsa olmaz. Alkışı hiç sevmem sonra. Ya alkış şak şaksa? Herifler şak şakla iktidar oldu. Padişahlar da öyleydi, “Padişahım çok yaşa!” diyorlardı ya da “Türkiye sizinle gurur duyuyor.” diyorlar, nesiyle gurur duyuyorsunuz?

Bugün ülkemizde toplumcu tiyatronun durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Size umut veren girişimler var mı?

Toplum mu var, toplumcu tiyatro olsun! Ben seyirciyi, izleyeni sevmem. Katılımcı olmalı. Parayı verdi mi hesabını sormalı. Alkış beter bir şey yani… Filmlerde şimdi gülme efektleri var mesela. Çocuklarımızı kuklalar yönetiyor yahu. M. Ali Erbil’in çocuk programını seyrettiniz mi? Aile kavramını, anne-baba kavramını kaybettiriyor. Seyirciye bakıyorsun, seyirci yerlerde, gülüyor. Ne anlamı var şimdi?

Çocukların karanlıktan korkmasını anlarım ama büyüklerin aydınlıktan korkmasını anlamam! Büyükler aydınlıktan korkuyor gerçekten… Ama Ankara Ekin Tiyatrosu iyi şeyler yapıyor. “Vatan Kurtaran Şaban”ı oynuyorlar, Haldun Taner’in oyununu. Yeniden yazmışlar. İzledim, içim içime sığmadı, çok beğendim. Bunun dışında bir şey kalmadı. Eski tiyatrolar yok tabi. Ama izleyiciler de yok. Şimdi sendikalara, DKÖ’lere tiyatro getirtemiyoruz. Mesela “403. Kilometre” anti-emperyalist bir oyundur. Yok, olmuyor, üniversitelere izletemiyoruz. Şimdi üniversite öğrencisi olmanın kriteri değişti, chat, seks hepsi bu…

Bu sene 9 tane oyun oynadık. “Kamyon” diye bir oyun oynadık. Titanik bomba gibi bir oyun. Salonumuz daha yeni. Ancak seyircisiz olmaz yani. Eleştireceğiz, takip edeceğiz. O dizilerde kroki durumundayız. Sabah kadın programlarıyla kötü durumdayız. Tam 100 oyunda oynadım. 27 oyun koydum sahneye. 27’si de çok beğenildi. Şimdi yeni bir şey yok. Çevirip çevirip aynı şeyleri gösteriyorlar.

Yani maddi savaşta ayakta kalamadık mı diyorsunuz?

Ama neticede adama kültür pazarlıyorsun yani; kültür de, “Bekleyelim herkes bize gelsin.” olmuyor, başka türlü bir pazar bu...

AST, 12 Eylül’ün yoz karanlığında “İki Güneyli Bayan” oyununu çıkarmıştı ve çok nitelikli, çok güzel bir oyundu. Başkaldırıyı anlatıyordu...

Gayet tabi ama Anadolu’ya çıkmayınca beş para etmiyor. İşletmeyi öğrenemedik, pazarlamayı bilemedik

Yani kültür pazarlıyorsun neticede, kitlelerle iletişimi kopardığın an, öğrenciyi kaybettiğin an hepsi bitti. Yani gençliği üniversiteyi bir türlü yakalayamıyoruz. Şurada 15–20 bin üniversite öğrencisi var, gelmiyor bir türlü kardeşim. Liseli olarak kaç kişi geliyor bize? Ben jürilik yaptım liselerarası tiyatro şenliklerinde, Aksu Öğretmen Lisesi’nde. Bir oyun oynadılar, otuzlardan daha geri yani; inanılmaz yobaz şeyler.

Neden tiyatroyu seçtiniz?

Çok sevdim, bir de yani öyle bir iş yapılmalı diye düşündüm. Güzel bir de kadroya düştüm, birbirimizi çok sevdik. Yani iyi bir kadroyla çalıştık, içimiz içimize sığmıyordu. O zaman her şey çok daha güzel oluyor şüphesiz. Yani sizin 84’lerde, yetiştiğiniz devrede ben misyonumu tamamlamıştım aslında.

Asaf Çiğiltepe ile nasıl tanıştınız?

Şimdi Asaf Çiğiltepe ve Güner Özsümer, Eskişehir’de bir oyun koydular sahneye. Bir başrol verdiler bana, ben de ağzimla kaptım. Kadro da bayağı iyiydi. Eskişehir Belediye Tiyatrosu’ndayız. EBT, süreç içinde politik bir tiyatro olmaya başladı ve belediye de bizi lağvetti. Devlet Tiyatrosu da, aldı kadroyu bir sene kullandı, güzel roller oynattı sizi kadromuza alacağız diye… Tabi sonra almadı, ortada kaldık. Oradan gittik, Pendik’te Pendik Kasaba Tiyatrosu’nu kurduk. Pendik’in nüfusu 1200 o dönemde, bizim salonumuz ise 300 kişilik… Mükemmel bir oyun hazırladık.

Kaç yıllarıydı?

1965–66 arası. Kemal Sunal, beni ilk kez orada sahneye çıkardı. Bülent Kayabaş, Mete İnselel, Ajlan Aktuğ vardı, çok iyi bir kadroydu. Eee 1200 nüfusa 4 kere oynadık. Bütün Pendik izledi oyunu. Hadi oyun da iyi, iyi eleştiriler aldık. Sonrasında ortada kaldık. Müzeyyen Senar evini açtı bize bir süre. Sonra Neyzen Tevfik’in bir evi vardı, onun kendi küçük bahçesi içinde yattık kalktık, kira da vermedik. Her şey çok güzel, bayılıyorlar da bize ama hüsranla dört ayda bitirdik işi.

72. Koğuş’u oynuyor Ankara Sanat da o dönemler. Seyretmiştik oyunu Asaf Ağabeyle. Asaf Ağabey diyorum çünkü o, Türkiye’nin en büyük tiyatro ustalarındandır. Kaza geçirdiler. Asaf Ağabey öldü. Hem başsağlığı, hem de bir ne oluyor ne bitiyor diye Ankara’ya gittim. Sabah saat 9.00… Güner Ağabey, “Hayırdır Şener?” dedi. “Ağabey oyun seyredeceğim.” dedim. “Gel oyuna kadar bir çay içelim.” dedi, çıktık yukarı.

72. Koğuş’u koydu önüme, “Şimdi oku bakalım.” dedi. “Oyunu biliyorum ağabey, seyrettim.” dedim, “Sen bir oku bakalım.” dedi. Bayıldığım bir yazar Orhan Kemal. Orada Berbat’a dikkat ettim, o da başrol bu fizikle. “Dört gün sonra oynayacaksın.”dedi bana. Dedim “Annemden izin almadım.” Çok korktu. Sonra gülüştük tabi…

O rolü oynayan ağabey de askerdi, Türker Tekin… Şimdi devlet tiyatrosundan emekli oldu. Dört günde çalıştım, hazırlandım, çıktım oynadım. Güzel de oynadım… Sevdik birbirimizi, çok sevdik. Çok iyi bir kadroydu, çok kolladık birbirimizi, yani hiç acı-macı çektirmedik kimseye. Çok iyiydik işte be…

AST’taki süreç nasıldı sizin için?

Mükemmeldi mükemmel. Yani o yoksullukta, o yoksunlukta... Çok güzeldi yahu çok. Fuayeye çıkıyorduk, yangın söndürüyorduk. Faşistler bomba atıyorlardı içeri, biz girip oyunumuzu oynuyorduk. Öyle bir şey vardı... Hayır, büyük sorumluluk vardı, mesela içki içmeyi çok severim, havayı karartırım kimseye sorumlu olmadığım bir vakitte, ertesi günü riske atmadan içki içmeyi severim ve adam gibi içerim. Vallahi bir kere Ankara’da sallanmadım, biri görürse, dillenirse, adımız çıkarsa diye…

Ben -tarihe bakar mısınız 26 Mayıs 1968- ilk İstanbul turnesinde, 72. Koğuş’u oynadığımız dönemde ağırladı bizi sağ olsun Orhan Kemal. Orhan Kemal’in tavlada bir seri kitabını üttüm Balo Sokak’ta. İstanbul’da sokakta oynadık -çok iyi küfür ederdi- başımıza birikti sokağın yarısı, 5–0 üttüm. Dedim ki kazanırsan sana rakı alacağım, ben kazanırsam sen de bana bir seri kitap vereceksin. Her neyse 1970’te öldü, 2 Haziran’dı rahmetli oldu. Kemal Öğüt yılbaşında bir seri kitapla geldi, sonra o kitaplar İzmir’de selde gitti. Çok tarihi bir fotoğraftır o. Ne günlerdi gerçekten…

Şimdinin tiyatro sanatçılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yok efendim, hiç öyle bir meseleleri yok. Herkes okul bitirmiş, maaşları tıkır tıkır; valla ben şu güne kadar para harcamadan ilk kez tiyatro yapıyorum 15 senedir. Yani yetenekli insan rol yapabilir ama sanat olmaz onun adı. Onun için emek lazım, kültür lazım, çaba lazım. Hiç umurlarında değil. Ben şunun talebesiyim diyor, ustası Cihan Ünal’dı örneğin, O da “25 senede 15 tane rol oynadım.” diyor. Allah belanı versin senin. Üretkenlik yok. Yaratıcılık diye bir şey yok.

Ne anlatmalı sanatçı? Mesaj kaygısı gütmeli mi?

Sanatçı, yani ülkenin ne sorunu varsa, her şeyi anlatmalı. Bilinmeyenleri anlatmalı bir kere. Bilinenleri değil…

Bilinen derken neyi kastediyorsunuz?

Bak sana güzel bir örnek. Sanatçı şöyle bir şey olmalı... Kaç tane nota var? Yedi tane. Sekizinci notanın peşine düşene sanatçı denir. Kaç renk var? Üç ana renk, 7 tane de ara renk. 8. ara rengin peşine düşene sanatçı diyeceğiz. O rengi bulacak ya Kuran-ı Kerim gibi bir şey midir?

Devrimci mi olması gerekiyor?

Kesin öyle olması gerekiyor. Devrimci olmazsa, “anarşik” olmazsa olmaz.

Yaratıcı olacak değil mi? Devrimci olmadan da yaratıcı olamazsın.

İmkânı yok olamazsın. Yani o birikimi yakalamadan olmaz. Siyasi olmak zorundasın, yani politik değilsen bu işi yapma!

Peki, bugün neyi anlatmalı tiyatro sanatçısı?

Bugün anlatacak bir şey kalmadı, her şey anlatıldı, geldik bugüne artık. Ben bilmiyorum yani artık hakikaten bir şey anlatamıyoruz, zaten seyircinin de yeni bir şey talebi yok.

Umutsuz musunuz?

Çok umutsuzum. Sıkıştım kaldım buraya. Hayır canım beyin çalışmıyor, kulak duymuyor, göz görmüyor. O kadar terk edilmiş, aldatılmış hissediyorum ki kendimi. Ne yapayım şimdi ben, sen söyle ne yapayım?

16–17 Haziran’ı hatırlar mısınız? İşçi hareketleri 1970. O dönemde 2 gün şenlik düzenledik -grev şenliği- gelmeyen kalmadı. Bir Zeki Müren gelmedi çok iyi bir dostumuzdu, o gelmedi. Emel Sayın gelmedi. Bir de Öztürk Serengil gelmedi, “Benim komünistlerle işim olmaz.” dedi. O faşistti zaten.

Grevin 1. günü, ben beyaz bir takım elbiseyle sunuculuk yapıyorum, yer yerinden oynuyor. Gençlik Parkı’nda bir bahçe bulduk. 7–8 bin kişi var. Her sanatçıya bir şarkı düşüyor. Düşünün, şarkıcılar, türkücüler var, o kadar coşkulu. Şenlik başladı, yarım saat sonra bir haber geldi, “Devrim başlatıyor bunlar.” diye birileri bağırarak geliyormuş... Geldiler, mikrofonu kestiler, bindirdiler bizi arabaya, sitelere gittik. Sitelerde bizi bir dövdü işçiler, bir hafta yataktan çıkamadık

Niye dövdüler peki sizi?

Ne bilelim hepsi faşistmiş yahu, tamamı faşist… Hem işçilerin ne işi var o saatte orada? Saat bilmem 22.00… Neyse o grevi kazandık biz. Sonra adi bir ortaklık kurduk. Herkes tek tek vergilendi. Seneler geçince dedik ki bu böyle olmuyor. O arada 1973’te Rutkay’ı aldık. En gencimizdi. Bilgesu’nun da bir oyununu hazırladık. Nereye Payidar adlı oyununu...

Sonra geldik 80’lere. TV’lerde Savaş Yurttaş’la, o “Beş Dakika”ları falan hatırlar mısınız, onları yaptık. “Avrupa Saati” adında programlar vardı, oralardan para kazanıp getiriyorduk tiyatroya. Yani biz tiyatrodan para kazanmadık. Ama aç da kalmadık. Temiz giyiniyorduk… Ama para yok yani. 1974’te gittik “Sürü” filmini çektik. Yaman Okay’la filan. Ama Yaman hemen sinemaya kaçtı, biz yapamadık. Yapmadık! Biz öyle öğrendik, bilmiyorum. Geldik bu güne işte…

Şunu ekleyim herkes tiyatro yapabilir, herkes katılabilir. Tiyatro’da herkese ihtiyaç var. Özürlü-özürsüz, her insanın yapabileceği bir iştir tiyatro. Kambura da ihtiyaç vardır, cüceye de, güzele de, çirkine de… Ama tiyatrocu şunu bilmeli: Herkes bir çalışıyorsa, sen bin çalışacaksın! Disiplini bozmayacaksın. Kolektivizme inanacaksın. Şimdi bitti kolektivizm.

Şimdi “stand-up”çılar var. Çok beğeniliyorlar, izleyicileri de oldukça fazla. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

Benim de stand-up’lık bir oyunum var aslında. “Tanrı Babanın Hatıra Defteri”ydi adı… Tek kişilik. Allah’ı oynuyorum. Ne olacak? Olmuyor! Gevezelikle para kazanıyorlar. Beyaz diyor ki “Ben ‘r’ harfini söyleyemiyorum milyarderim, söylesem trilyoner olurum.” Ben niye kirleneyim bunların arasında? Şikâyet etmiyorum, yapan yapıyor. Ben özel olarak para verip izlemiyorum. Davet ediyorlar, gidip önde oturup seyrediyorum.

1972’de ihtilalden sonra biz “Linç”i oynuyoruz. Brecht’in “Yuvarlak ******lar, Sivri ******lar”ı oynuyoruz. Bunlar bayağı zor oyunlar. İstanbul’da Zeki Alasya, Metin Akpınar, Haldun Dormen “müzikhol” diye bir şey çıkardılar. Erol Evgin’i filan aldılar. Bizim bildiğimiz tiyatro en fazla 500 kişiye yapılır. Bakın kızlar, şarkıcılar, salonun önünde son model arabalar… Bizim yaptığımız tiyatronun anlamı kalmadı. Ne kadar boş, lüzumsuz şey varsa yaptılar ve tiyatro anlamını yitirdi.

Oyun oynarken nasıl bir Şener Kökkaya vardır sahnede?

Hiç bilmem vallahi. Kendimi hiç izlemem. Çok konsantre çalışırım. “Tiyatroda en sevdiğiniz zaman hangisidir?” diye sorarlar bazen; “Seyircinin karşısına gelip selamımı verip eğildiğimde, yere düşen terimi gördüğüm andır.” derim. İşte o an çok güzel. Her gün de sorarım, sırtımız terlemiş mi diye.

Çok iyi çalıştık. Enerji istiyordu. Semahlar vardı. Mesaj çok doğruydu. Verebilmek için “Hikaye-i Mahmud Bedreddin” kitabını okudum. Çok güzeldi. Bedreddin’i oynamak çok zor olmadı. Çünkü çok somut, çok sevilen bir insan Şeyh Bedreddin. Zorlaştırıp da ne yapabiliriz ki? Zor olmaz o. Burjuva eğitim almış bir insan. Annesi Angelika Hatun, babası Sancak Beyi. Öyle olmasına rağmen başka bir insan Bedreddin.

Bedreddin’i oynarken, ayrıca 4 oyun daha oynuyorduk. Oyunları birbirine karıştırmıyordum tabi, teknik çalışıyordum. Tekst ve kadro çok önemlidir. İşini iyi yapmak ve tüm oyunları aynı düzeyde tutmak da çok önemli... İsim olarak bilinmeyiz. İki kişi bilinirdi Erkan Yücel, Rana Cabbar. İkisi de en büyük oyunculardandı. Aynı sahnede oynarken seyretmeye doyamaz, bayılırdım. İkisi bilinirdi hep. Bize hep AST’çı denildi. İsim olarak bilmezlerdi bizi ve biz bundan iftihar ederdik. İyi bir şeydi bu.

Ben TKP’liydim. Şu anda hiçbir şey değilim. TKP’li olmak çok kolay oldu artık. Kendimi çok saklamaya çalışıyorum. Her şey birbirine girdi. Ortalık karıştı. O gün söylenenleri bugün faşistler sahipleniyor. Boşluğa düştük kaldık. Devlet Bahçeli, “Köy Enstitülerini açalım.” diyor. Bu nasıl oluyor? Bunlar değişmedi, her zaman böyleydiler. Ne zaman 6. filoyu denize döktük o zaman biz bunlardan dayak yedik. Bunlar da dövmediler. Amerikalılara dövdürdüler. Nerede grev var, grevin kırıcılığını bunlar yaptılar. Patronun yanında oldular. Hiç değişmediler ahlaksızlar. Hep iktidardalar. Trilyonları çaldılar. Mesela Türk Tarih Kurumu’nu bunlar boşalttılar.

Yok. Çünkü benim bildiğim tiyatro yok. Başka şeyler var. Benim bildiğim şiir, öykü de yok. Ve gel gör ki dünyanın en sahtekâr adamları bugün en ilerici lafları söylüyor. Demirel bile kurtarıcımız oldu. Yani sanatçılık siz olmadan olmaz. Beni duymazsanız, görmezseniz olmaz. Yanımızda kimse olmadan olmaz.

Son olarak neler söyleyeceksiniz Tavır’a, Tavır okuyucularına?

Evet, yaşama karşı sorumluluklarımız var. Sanattır yaşamak. Para ne kadar lazım insana? Borç istemeyecek, yalan söylemeyecek, mahcup olmayacak kadar! 47 sene ben, 20 sene hatun çalıştı. Bu kadarını yapabildik. Başka bir şeyim yok. Tanrı gökyüzünde oturur. Ve yeryüzünde işler yolundadır. Bana göre değil bunlar!

Bu güzel sohbet için teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim. Her zaman beklerim.

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...