Jump to content

Size Çocukluğumu Getirdim Çocuklar, Oynar Mısınız?


ysncn_

Recommended Posts

Size Çocukluğumu Getirdim Çocuklar, Oynar Mısınız?

Tavır

Ömrü benimle yaşıt Nesin Vakfı’nı ziyaret etmek üzere Yenibosna’dan minibüslere biniyoruz. Büyükçekmece’ye varınca hava yumuşuyor ve temiz havanın ciğerlerinize hiç izin istemeden dolduğunu hissediyorsunuz.

Nesin Vakfı’nı, bilmeyen okurlarımıza tanıtmak istiyoruz. Temmuzun bu kavurucu sıcağında, Sivas’ta yakılan aydınlarla dolu içim. Sanki her yıl daha fazla çöküyor içimize acısı. Her yıl daha büyüyor öfke. Sıkılan diş, sıkılan yumruk…

Aşık Nesimi Çimen’in ve Asım Bezirci’nin toprağına değen elimi bir kez daha kokluyorum. Şimdi bu kokuyu ******üreceğim Aziz Nesin’e. Onun bir mezar taşı yok belki ancak o burada, bu vakfın bahçesinde bir yerlerde yatıyor ve torunlarına bakıyor, dostlarına... Şimdi ben ona Sivas’ta yakılan dostlarının kokusunu ******üreceğim...

Aziz Nesin...

Çocukluğumun “yazar dede”si. Beni uzaktan yönlendiren, öğütler veren, bilge dedem. Sonradan değerini çok daha fazla anlayacağım aydın insan...

Bugün yaşasa, gidip yanına saatlerce sohbet edeceğim, dert yanacağım, ah edeceğim insan...

Şimdi yok. Şimdi Nesin Vakfı’nın çocukları onu sadece kitaplarından ve resimlerinden tanıyorlar. Bir kere imza gününde görmüş olmayı saymazsak, ben de öyle tanıdım kendisini. İç dünyasına girdim onun. Kitaplarına döktüğü bütün dünyasında gezindim. Kim kime açar ki bu kadar iç dünyasını? Yazarlar kadar başka kim cömert olabilir bu konuda? Yazarların okurlarıyla ilişkileri bu kadar sıcak olur mu bilmem ama ben bu sıcaklığı sanki elimi tutuyormuşçasına, başımı okşuyormuşçasına hissetmiştim. Okuduğum kitapları bana yaşadığımız dünyayı, ülkeyi, kapitalist sistemi, eşitsizlikleri, adaletsizlikleri öğretiyordu. Bir çocuğun anlayabileceği en güzel dille, mizahla... Şakayla karışık yani...

Eşitsizliği gösterdikçe bana, eşitlik özleminin tohumlarını da atıyordu minicik yüreğime. Bir dünya görüşü, bir ideoloji belirmeye başlıyordu içimde. Bu ideoloji sonra beni dolu dolu bir hayata doğru ******ürecekti. Hızlı, öfkeli, acılı ama bir o kadar da onurlu bir hayata.

Küçücük bir ilçede dünyamı aydınlatıyordu kitapları. Anne ve babamın neden bana onun kitaplarını aldığını bilmiyorum ama ne iyi etmişler. İşte böylece başlıyordu tanışıklığımız ve dostluğumuz “yazar dedem”le. Çocuklar için yazdığı bir kitabında böyle diyordu kendine: “Ben sizin yazar dedenizim”. Ve ona mektup yazmamızı istiyordu. Bir gün elime kâğıdı kalemi alıp bütün cesaretimi toplayıp ona mektup yazdım. Ne yazdığımı çok fazla hatırlamıyorum ama cevap geldiğini hatırlıyorum.

Bana öğütler veren şeyler yazmıştı. Ancak en güzel öğütleri kitaplarından öğrenmiştim. “Yaşar ne Yaşar ne Yaşamaz”da bürokrasiyi ve sistemin adaletsizliğini; “Tatlı Betüş”te burjuvaziyi, yozlaşmayı; “Zübük”te yine sömürüyü, üçkâğıtçılığı, haksızlığı ve adaletsizliği; “Şimdiki Çocuklar Harika”da çarpık eğitim sistemini... Kısa kısa öykülerinde ise ülkemiz insanını ve uğradığı haksızlıkları yazıyordu.

Cesurdu. Kendini devletin ve gericilerin hedefi haline getirebilecek kadar cesurdu. Bir aydın kadar... Bir aydında olması gerektiği kadar.

Şimdi o kitaplarının arka sayfasında gördüğüm inşaat halindeki vakfın yaşlanmış ve yorgun bahçesindeyim. Aradan otuz yıl geçmiş.

Daha girer girmez oradan oraya koşturan, sıcaktan bunalmış siyah bir tavuk geçiyor önümüzden. Komik bir hayvan tavuk. Komik, zararsız, savunmasız...

Burada bir sürü hayvan var. Tavuklar, tavşanlar, ördekler... Kümes hayvanlarına ve küçükbaş hayvanlara, vakfın bahçesinde bulunan barınaklarda bakılıyor. Bahçelerde organik tarımla uğraşılıyor. Eğitim felsefesinin önemli bir ayağını oluşturuyor üretim. Burada bulunan bütün çocuklar üretime katılıyor. Sofralarına gelen sütün, peynirin diyalektik bağını kurabiliyorlar çiftlikleri sayesinde.

Duvarda asılı olan eğitimin ilkelerini okurken, “Çocuklarımızın alması gereken eğitim işte bu” diyorsunuz. Yani özlediğiniz eğitim sistemi, kurmak istediğiniz ve bütün çocuklarımızın hak ettiği eğitim sistemi. Aziz Nesin bunu bu küçücük çocuk cennetinde başarmış. Burada kendine güvenli, düşünen, sorgulayan sağlıklı bireyler yetiştirmiş. Gırtlağına kadar yozluğa batmış kapitalizm, iğrenç bir iftirayla kendi pisliğini bulaştırmak istedi Nesin Vakfı’na ama başarılı olamadı.

Bir iddiayla ayyuka çıkarılan tecavüz davası, karşı tarafın tecavüz olmadığını söyleyip davayı geri çekmesine rağmen, basında hiç yer bulmadı. Çünkü çürük bir yalandı bu. Davanın geri çekilmesi ise sansasyonel ve medyatik değildi. Ancak Nesin Vakfı bunu da aşmayı başarabildi.

İlk olarak Sema ile tanışıyorum. Daha doğrusu yine vakıfta büyüyen çocuklardan Serdar, beni Sema ile tanıştırıyor, kendileriyle sohbet etmek istediğimi söyleyince. Aslında vakfa gelirken hep küçük çocuklarla tanışacağımı, onlarla sohbet edip onların dünyalarını yansıtacağımı sanıyordum ama Sema benim bütün planlarımı alt-üst ediyor. Onu tanır tanımaz onların bana yaşattığı duyguları yazmak istiyorum. Akranım olan çocukları yani...

Sema ile birlikte kendi çocukluğuma dönüyorum. Sema ile el ele tutuşup geçmişe, yıllar öncesine gidiyoruz. Benim Aziz Nesin kitaplarını en yoğun okuduğum dönemde, kitapların arka sayfasında çıkardı Sema’nın Aziz Nesin’le birlikte çekilmiş fotoğrafları. Aziz Nesin’in kucağından düşmeyen sarışın küçük kız, Sema işte!

Evet, o çocukla birlikte çocukluğumuza dönüp birlikte oyunlar oynuyoruz. Eskiden, “dede” derken şimdi Aziz Amca diye bahsediyor kendisinden. Ben sormadan anlatmaya başlıyor bir anısını. Bir gün Aziz Nesin’e gidip sormuş:

“İnsanların saçları neden beyazlar dede?”

“Çünkü yaşlanırlar...”

“Yaşlanınca ne olur?”

“Ölürler”

Sema dedesinin saçlarını dikkatle inceleyip, biraz siyah saç görünce sevinmiş ve dedesine dönüp:

“Üzülme dede hemen ölmeyeceksin daha çok siyah saçın var...” demiş.

Bunu anlattıktan sonra gülüyoruz hep birlikte. Soruyorum Sema’ya “Aksi bir ihtiyar mıydı Aziz Nesin?”

Sanki bana öyle gelirdi. Aksi huysuz bir ihtiyar. O müthiş mizahı üreten zeka elbette hazır cevap ve sivri dilli olacaktı. O zaman pek kavrayamadığım bir durumdu. Sert konuşmaları, sisteme karşı üslubu ve sertliği bugün kimin harcı ki?

Sema gülüyor. “Bana karşı hiç öyle olmadı, bilmem...” Evet, elbette ki dostlarına karşı sivri değildi dili.

Sema ile oyunlarımız, sohbetlerimiz bitiyor. O gün aynı zamanda Aziz Nesin’in ölüm yıldönümü. Onun eşyalarının, daktilosunun, kitaplarının, ödüllerinin olduğu odada geziniyoruz. Geride bıraktıkları sadece bunlar değil, geride bıraktıkları esas beynimde, diyorum.

O gün çocuklar yok vakıfta. Programlamadaki bir eksiklikten dolayı anma günü, çocukların tatil günüyle çakışmış. Şehir dışında çocuklar. Bu duruma çok üzülmüyorum çünkü buraya bir daha gelmem için bir bahane olacak... Hayatın yoğun koşuşturmacası içinde bir daha zor gelirim, diye düşünüyordum ancak şimdi çocukları görmek için mutlaka geleceğim.

Bunları düşünürken boyacı tulumuyla Süleyman çıkıveriyor bir köşeden. Süleyman da oranın yerlisi. En eskilerden. Yine benim o fotoğrafa döndüğüm yıllardan. Aziz Nesin’in çocuklarla çektirdiği merdiven başındaki fotoğraftaki yıllardan. Ancak Süleyman o fotoğrafta yok. O fotoğraf, Süleyman gelmeden bir yıl önce çekilmiş.

Süleyman üzerindeki boyacı tulumunu açıklıyor. “Bir heykelle uğraşıyordum.” Heykel... Hep hayalini kurduğum ancak hiç bir zaman olanak bulamadığım bir şey. Bu sefer de Süleyman’la birlikte dönüyoruz çocukluğumuza. Vakfın bahçesindeki atölyelerde resimler, heykeller yapıyoruz. Şırnak’tan gelmiş Süleyman. Oralı. Ağabeyi çok okurmuş Aziz Nesin’i. Ve bir gün kendisi için bir mektup yazmış Aziz Nesin’e. Oraya gelip üniversitede okumak istediğini belirtmiş. Aziz Nesin de mutlaka her mektuba cevap yazdığı gibi onu da cevaplamış:

“Sen artık büyümüş, adam olmuşsun. Ama bize iki kardeşini gönderirsen onları üniversiteye kadar yetiştiririz...” Süleyman ve kardeşi böyle gelmişler vakfa... Sonra bizi “Çiftlik”e kadar ******ürüyor arabayla. Çiftlikte koyunlar, keçiler, tavuklar, kuzular ve inekler var. Eskiden, diyor, “Önce buraya gelip inekleri sağardık küçükken, sonra vâkıfa dönerdik.” Çiftliğin kâhyası Feyzullah ile tanışıyoruz. Sıcak, sevecen bir insan.

Bize ayran ikram etmek istiyor ama vaktimiz olmadığından bir dahaki sefere hakkımızı saklı tutuyoruz.

İneklerden ikisi doğurmak üzere. Bir tanesi o kadar yüklü ki ayakta duramıyor ve sancısı var. Bize dönüp bakmıyor bile. Bir an evvel kurtulmasını ve doğacak yavrunun dişi olmasını diliyoruz... Süleyman ile vedalaşıp tekrar görüşmeyi diliyoruz. Bizi Çatalca’ya kadar bırakıyor.

Bir hafta sonra çocukları görmek için tekrar gidiyoruz. Evet, işte oradalar. Akıllı, cin gibi çocuklar. Kendilerine olan güvenleri hemen dikkatimizi çekiyor. Dışa dönükler. Nasıl kişilikler olarak yetiştiklerini aslında Sema’ya, Serdar’a, Süleyman’a bakarak söylemek mümkün. Düzenin uyuşturduğu beyinlerden çok farklılar. Bu, onlara orada pek çok olanak sunulmasının dışında, eğitim felsefesi ile ilgili bir durum. Dolaysız olarak üretimin içinde, eşitçe haklardan faydalanarak büyüdükleri için bu böyle. Kendi söküğünü kendi dikerek, karnını doyurmak için üreterek, aynı zamanda bilimle sanatla ilgilenerek büyüdükleri ve yeteneklerini keşfedebildikleri için böyle.

Ezik, edilgen bireyler olmamışlar. Soran, düşünen, sorgulayan bireyler olmuşlar. Eleştiren ve düşünen; üreten ve değiştirmek isteyen...

“Vakfa bir minnet borçları yoktur çocukların.” diyor Aziz Nesin “Vakfa değil ama topluma ve ülkelerine karşı sorumlulukları vardır ve bunu öğreneceklerdir.”

Kendi inancına karşı çevreden hiçbir saygı görmeyen, şeytan ilan edilen Aziz Nesin, çocukların inancına saygı gösteriyor ve inanç özgürlüğü kuralını koyuyor vakıfta.

Bir-iki çocukla tanışıyoruz. Ali, “köyden geldim” diyor ama hangi köy olduğunu bilmiyor. Türkçeyi de çok iyi bilmiyor çünkü o bir Zaza. Zazaca biliyor. Zazaca konuşacağı ağabeyleri de var vakıfta. İki dakika yerinde durmuyor Ali. “Sekiz yaşındayım” diyor ama daha küçük gösteriyor. Vakfa daha yeni gelmiş. Kendisiyle hemen aynı yaşlarda olan Ilgın ile birlikte koltukların üstünde zıplayıp duruyorlar.

Ali amuda kalkıp bize tersten bakıyor. Gülmemek elde değil. Zıpladıkça zıplıyorlar. İki dakika dursalar konuşacağız. Ilgın düşüyor ama yine zıplamaya devam. Fotoğraflarını çekiyoruz. Yaramazlıkları had safhada. Mehmet Ali Ağabey’lerinin sırtına çıkıyorlar. Eline yapıştırıcı sıkıyorlar. Mehmet Ali onlardan kurtulmayı başaramıyor ama bir ara soluk aldığında bize soruyor:

“Sizin bu kadar çok şımarmaya hakkınız olmamıştır küçükken...”

“Aynen öyle” diyoruz, “Böyle yapınca terliği ya da maşayı yerdik.”

Tabii vakıfta çocukların her anları böyle sevimli şımarıklarla dolu değil. Onların da uymaları gereken kurallar var ve uymadıklarında aldıkları cezalar... Bizimki gibi terlik ve maşa değilse de, havuza girmeme gibi cezalar var eğitim gereği. Mehmet Ali bizi anlıyor. “Evet, burada çocuklar özgür...”

Mehmet Ali de vakıf çocuklarından. ’78 doğumlu. Hemen merakla soruyorum: “Sen o fotoğrafta var mısın?”... “Evet” diyor, “En tepedeki benim...”

Aziz Nesin’i tanıma şansına sahip olmuş... “Nasıl bir insandı Aziz Nesin?” diyorum, dalıp gidiyor derinlere. “Öyle bi soru sordun ki...” diyor ve cevaplayamıyor. Mehmet Ali, edebiyat öğretmeni. Vakıfta yetişmiş ve edebiyat öğretmeni olmuş.

Ali Nesin’in şu anda Şirince’de açmaya çalıştığı matematik enstitüsünden konuşuyoruz. Çok önemli bir proje. Matematiği hiç sevmeyen ben bile ilgi ile dinliyorum. Diyorum ki, edebiyatçı bir babanın matematik profesörü oğlu da olurmuş demek ki. Aziz Nesin’in çok iyi bir matematikçi olduğundan bahsediyor bana. Bilmiyordum, şaşırıyorum.

Çocukluk anısını anlatmasını istiyorum ama anlatmıyor. Anlatmam, diyor. Tek amacım Aziz Nesin çocuklarını tanımak ki ben de bir Aziz Nesin çocuğuyum. Vakıfta büyümesem de kitaplarıyla büyüdüm ve almam gerekenleri aldım... Ben kendisine Aziz Nesin’in zihnimde kalan anılarını anlatıyorum ama o yine anlatmıyor.

Sonra yemeğe geçiyoruz birlikte. Mersinli, Mehmet Ali. Balık üzerine sohbet ediyoruz. Daha doğrusu balıkçılık üzerine. Bu sohbet sarıyor onu. O sıcak, sevecen gözleriyle bize bakıyor ve çocukken orada balık tuttuğunu anlatıyor. Çocukluğunu anlatmaya başlıyor. İçine kapanmış bir dönem ve çok kitap okumuş. Özellikle polisiye kitaplar okurmuş ve o kitaplardaki gibi ajan-polis olmak istiyormuş. Mike Hammer’i çok severmiş. Bir gün dedesine söylemiş bunu. Aziz Nesin demiş ki “Benim kadar devletin polisiyle başı derde girmiş bir adamın yanında büyüyen bir çocuk ajan olsun olacak iş mi?”

Gülüyoruz...

Ama ben Mehmet Ali’yi de kolundan tutup ilk gençlik yıllarıma ******ürüyorum. Bak Mehmet Ali, dur orada ve birazdan yaşayacaklarımı izle:

Evimizi polisler basıyor ellerinde silahlarla. Telsiz sesleri kaplıyor ortalığı. Her yeri didik didik ediyorlar. Annem evde yok. Beni yolda yakalayıp eve getirdiler. Evimin yerini söylemedim. Evi biliyorlar ama ben yine de söylemedim Mehmet Ali.

Devrimciyim. On sekiz yaşımın olanca coşkusuyla devrimciliğimin bütün ateşiyle dikiliyorum karşılarında, başım dik.

Evde bombalı pankart arıyorlar. Yok... Muhtar Amca dikiliyor kapıda. Onu da getirmişler... Göz göze geliyoruz. Başını öne eğiyor, çok üzgün. Orada olmaktan da üzgün. Orada olmaktan duyduğu utancı, bana borcunu hakkımda yayılan spekülasyonları (polisin “evde uyuşturucu bulduk” iftirasını) yalanlayarak ödeyecek ileride.

Evde silah arıyorlar... Yok.

Pankart yok...

Bomba yok...

Bir resim asılı duvarda. Deniz Gezmiş’in bir resmi. Bu resmi kendim yapmıştım. Çok severdim resim yapmayı da, Deniz Gezmiş’i de.

Lenin’in bir resmi asılı yine duvarda. Birer birer indiriliyorlar duvardan. Tutanak altına alınıyorlar. Boş, kırmızı bir bez buluyorlar. Bu bez pankart yapılmak üzere hazırlanmış kuşkusuyla delil olarak zabıt altına alınıyor... Güler misin, ağlar mısın? Bir Aziz Nesin’lik hikâyedir yaşadığımız...

Ellerimi göğsüme kavuşturmuş dikiliyorum bir kenarda. Kütüphaneyi boşaltıyorlar. Ve Aziz Nesin kitapları da diziliyor üst üste. İçim cız ediyor. Çünkü o kitapları benim için imzalamıştı. Bir imza gününde yeni kitaplarını alacak param olmadığından evde bulunan çok eski kitaplarını getirmiş utana sıkıla onları imzalatmıştım. Oysa o kitapların eskiliği daha çok hoşuna gitmişti onun. Gülen bir resmi gözüme ilişiyor. Ne bileyim, komik geliyor o anda. Gülmek geliyor içimden. Hani biriyle göz göze gelirsin ve ciddi bir ortamsa gülmemek için kendini zor tutarsın ya öyle bir şey.

Göz göze geliyoruz bir anda. Ancak bu sefer gülümseme kayboluyor ikimizin de yüzünden. Fısıldıyorum usulca:

“Gidiyorum dede, beni ******ürüyorlar.”

“Sakin ol çocuğum...”

Zeki zeki bakıyor yine gözleri, bilgece. Beraber gidiyoruz. Sorgulardan geçmiş kendisi de, yargılardan, mahpuslardan… Asılması istenmiş...

“Hadi bakalım.” diyor sanki “Kanatlanıp uçma zamanı...”

Ve ben uzun bir yola çıkıyorum. Yolda mahpusluklar, işkenceler olacak belki. Ama inandıklarımı, öğrendiklerimi ve bildiklerimi savunacağım. Bir gün o güzel ülke kuruluncaya dek. Bir gün bütün çocuklarımızın özgürce koşup zıplayarak oyunlar oynadığı, yozluğun ve pisliğin olmadığı bir dünyada, ağaçlardan meyveler toplayarak, kendi ürettiğini yiyerek, emeğiyle yaşamını sürdürdüğü günler gelene dek, yürünecek bu yolda. Bilgece gülüşü bundan mıdır, bilmem...

İşte böyle Mehmet Ali. O gün böyle geçti. On beş yıl oldu eve dönmedim bir daha. Hayat mı? Elbette çok zor geçti. Koştuğum da oldu, sakince yürüdüğüm de. Dizlerimin titrediği, takatimin tükendiği anlar da oldu. Ancak inandığımız değerler adına dayandım. Çünkü öyle doğru, öyle gerçek, öyle yaşanılası şeylerdi ki...

Sana anlatacağım en hakiki çocukluk anısı bu. İçinde Aziz Nesin de var.

Vakıftan ayrılma zamanı. Hissettiğim başka bir duygu var bu kez. Başka bir yerde yemek yemeye bile çekinirim ama burada hissettiğim bir duygu bu, “kendi evinde”lik...

Kendi evimde gibi rahat olduğumu hissediyorum. Bir yakın akrabanın evine gitmiş gibi...

“Dedenin evine gider gibi desene.” der gibisin... Evet, aynen böyle…

Vakfın bahçesindeki Aziz Nesin mi? Kim bilir nasıl karşıladı bu otuz yıl sonraki gecikmiş konukluğumu. Tanıdı mı acaba beni?

Asım Bezirci’nin, Aşık Nesimi Çimen’in toprağının kokusunu bırakıyorum avuçlarımdan. Mutlaka almıştır o kokuyu, buna inanıyorum.

“Çünkü bu acı, bizim ora işi, hançer acısı.” der bu acıya ve bu hançer acısı etine ne zaman saplansa tanır.

Ve usulca ayrılıyoruz vakıftan otuz yılın anılarını ardımızda bırakarak...

Gelecek güzel günlere, buradaki çocukların dudaklarımıza eklediği mutlu gülümsemelerle, biraz daha yaklaştığımıza inanarak...

Hoşçakal Nesin Vakfı.

Hoşçakal Nesin Vakfı’nın çocukları, çocukluk arkadaşlarım, hoşça kalın...

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...