Jump to content

Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar


ysncn_

Recommended Posts

Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar – Vl

Hande Sonsöz

12 Mart darbesinden sonra silkinip yeniden muhalefete geçen halktan ve özellikle devrimcilerden rahatsız olanlar, ülkenin her tarafında sivil faşistleri devreye sokmuş, daha sonra din ve inançlar üzerinden mezhep çatışmasını körüklemiş, Alevi-Sünni kamplaşmasıyla Çorum’da, Kahramanmaraş’ta katliamlar tezgâhlanmış; emek mücadelesinin yükseldiği bir dönemde “Kanlı 1 Mayıs”, 1977 tarihinde sahneye konulmuştur.

Bununla da yetinilmeyip “terör” bahanesiyle toplumun değerlerini alt-üst etmek ve solu tamamen eritmek için 12 Eylül 1980 darbesi toplumun üzerine bir karabasan gibi çöker. Hemen ardından parlamento feshedilmiş, kitaplar yakılmış, yüz binlerce kişi işkence görmüş, katledilmiş, kaybedilmiş, hapishanelere konulmuş ve darağaçlarında birbiri ardına asılmıştır. Toplumun muhalefetinin sebebi olarak görülen üniversiteler ve basın susturulmuştur. İlerici-devrimci hocalar üniversitelerden atılmıştır.

12 Eylül, topluma umutsuzluk, yılgınlık, korku yayarak susturmaya çalıştı ve bunu da, hemen ardından getirdiği, (etkileri bugüne kadar gelen) Özal iktidarıyla uygulamaya koydu.

Ayrıca 24 Ocak 1980 tarihinde alınan emperyalizme bağımlılık kararlarının toplumsal muhalefet nedeniyle bir türlü uygulanamaması, darbenin sebeplerinden biri olarak karşımızda duruyordu.

Türkiye, ekonomik açıdan reformlar(!) yapıyor, “özgürlük” adına renkli hayatlar ortaya koyuyor ve halka, “bireysel kurtuluş”u “Benim memurum işini bilir” zihniyetiyle pompalıyordu.

Kadın yazarlar ise, 1970’ler Türkiye’sini, kişilerin üzerinde toplumun yaşantısını, ekonomik çarpıklıklarını, köşeye sıkıştırılmışlıklarını anlatmayı, “modern hikâye” tarzını kullanarak devam ettiriyor, umutsuzluğa karşı umut aşılamaya çalışıyorlardı.

12 Eylül’den sonra ise geçmişlerini sorgulayan ve yaptıklarından pişmanlık duyan yazarların sayısı artmış, ideolojilerin çöktüğü düşüncesi yaygın bir görüş haline gelmeye başlamıştı. Edebiyat, kendini tür olarak “sosyalist-gerçekçilikten” “büyülü-gerçekçiliğe” kaydırmıştı.

Modern hikâyede simgelerin kullanılması ve toplumsal çalkantıların arka planda tutularak, bireyin yaşamından kesitler taşıması söz konusuyken, 1980’lerden sonra ortaya çıkan “yapısalcılık”la, dilin gerçekliği aktarmadığı, bir anlamda yarattığı; yani dilin bizim kurduğumuz bir kurmacadan ibaret olduğunu, anlamın dilden önce var olmadığı görüşünü savunarak; okuyucuya romanın oyun olduğunu, bu oyunu kendisinin çözmesi gerekliliğine inandırır. Bunun için de gazete, makale, şiir, ansiklopedi, reklâm gibi türlerden faydalanır.

Böylece 1980 döneminde, romanda estetik kaygıların daha ön planda olduğu ve imgelerin ardına sığınarak karnaval görüntüsüyle okuyucuyu şaşırtmaya yönelttiği, elbette ki yazarın 12 Eylül’le ve geçmişiyle hesaplaşmasından sonra tekrar bireye döndüğü yorumu yapılabilir.

TOMRİS UYAR

1941 yılında İstanbul’da doğdu. Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne bağlı gazetecilik bölümünü bitirdikten sonra 1967’de şair Turgut Uyar’la evlendi. İlk hikâyesi “Kristin”, Türk Dili dergisinde yayınlandı. Ülkü Tamer ve Cemal Süreya ile “Papirüs”ü, Memet Fuat ile “Yeni Dergi”yi çıkaran Uyar, Turgut Uyar’la birlikte Lucretius’tan çevirdiği “Evrenin Yapısı” ile Türk Dil Kurumu’nun Çeviri Ödülü’ne layık görüldü.

“Oyalayıcı bir şey yazmaktansa kopkoyu bir karanlığı yeğlerim.” diyen yazar, ilk kitabı “İpek ve Bakır”ı 1971 yılında çıkardı. 1973 yılında, bu kitabı, “Ödeşmeler”, 1975’te ise “Dizboyu Papatyalar” takip etti. İpek ve Bakır kitabıyla toplumun sorunlarına bir yurttaş kimliğiyle asla kayıtsız kalamayacağını, kırılganlığı ve soyluluğu simgeleyen “ipek”e uzak; inandığı ve dayanıklı, kullanışlı estetiği simgeleyen “bakır”ların çoğunun elden çıkmış olduğu görüşündedir. Sait Faik’in modern öykü anlayışı tarzı ve sürrealist akımın izlerini taşıyan hikâyeleri şiirsel anlatım tarzındadır. Böylece Uyar, az sayıda sözcükle yoğun anlam aktarma sistemini benimser. Bu hikâyelerde sıradan insanların hayatlarının ayrıntıları ve aynı sınıf insanlarının uyumsuzlukları içinde çok fazla duruluyor. Sıradan ve mutsuz insanlar öykülerin temelini oluşturuyor. Kitabın son hikâyesi “Sarmaşık Güllerinde” ise çocuğun dünyasından yola çıkarak büyüklerin dünyasının gerçeklikleri gözler önüne seriliyor. “Ödeşmeler” kitabında ise hayatın dışında kalmış kişilerle, onların çevrelerindeki ödeşmeleri, kitapta hikâyelerin konularını oluşturuyor.

1970’li yılların hikâyeciliğinde modern dünyanın kargaşasında halkın bireysel sorunlarını işleyen kısa hikâyeler okuyucuyla buluşuyor. “Dizboyu Papatyalar” da bu hikâyelerden birisidir. Öykülerdeki tiplere genel olarak bakarsak; toplumun kendilerine biçtiği rollerden sıkılmış, bu yüzden evliliğin, iş hayatının, evliliğin çıkmaza girmesi gibi konuların üzerinde alaycı bir şekilde durulmuştur. Bir kabadayı, emekli bir albay, bir kemancı ve ünü bitmeye yakın bir sinema oyuncusu, hayatlarının son anında kaderin kendilerine gösterdikleri çizgiden yürümeyi doğru bulmuşlardır. “Dizboyu Papatyalar” hikâyesi ise, bir genç kızın müzik yapmak istemesine rağmen çabasının anlamsız kalmasının ardından kocası ve çocuğuyla başkentin bunaltıcı havasında kendi kabuklarına çekilmesini ve yalnızlığını anlatır. Ama hikâyenin sonunda gazetelerin vermiş olduğu kuponda “Dizboyu Papatyalar” yazısını görmesiyle bunalımının en son halini yaşamıştır birdenbire.

Tomris Uyar, yazmak istemesinin amacının; “insan kaygısının, endişesinin yüzyıllar geçse de değişmeyeceği temel noktası olduğu ve bu hangi toplumda yaşarsa yaşasın, insanoğlunun bu temel kaygıları ve ortak endişeleri bir biçimde paylaştığı olgusuna odaklı olduğunu” belirterek öyküyü ayırıp sınıflandırmanın, kurallar koymanın yanlış olduğunu, çünkü öykünün anların anlatımı olduğunu, bir karar anının, insan hayatındaki çok önemli bir anın, bazen çok önemsiz bir anın, bazen ses getirecek bir olayın anlatımı olduğunun vurgusunu yapıyor.

Yazar, “Yürekte Bukağı” ve “Yaza Yolculuk” ile Sait Faik Hikâye Ödülü’nü aldı. Yazar, yazdığı kısa hikâyelerinin arka bölümünde hep toplumsal baskıların yattığını söyler. Yazara göre “Yürekte Bukağı”, “Faşizm ve Aşk” anlamına gelmeliydi. Kitapta, 12 Eylül koşullarının sertliğiyle yozlaşmış kişilikler, kırgınlıklar, idealler, umutlar, umutsuzluklar, iç hesaplaşmalar... yine kişilerin günlük yaşantıları üzerinden bireysel ağırlıkla verilmek isteniyor. Kişilerin belleğinden, iç konuşma yöntemleri kullanarak, “an” veriliyor okuyucuya. Yaşanan günlerin bireyleri köşeye sıkıştırmışlığı vardır bu eserde.

“İnsanların yüreklerinin daralması, boğazlarının sık sık düğümlenmesi bu yüzdendi… Kentlerde kimseler birbirini tanımıyordu, tanınmayanlar kuşkuyla süzülüyordu… Yıllardır cepleri ısıtan sigara paketlerinde kötü belirtgeler, eski söylenceler aranıyordu: kurt kulakları, gamalı haçlar, orak çekiçler… Bir gazete haberi, bir fotoğraf yaşamı haksız bulmaya yetiyordu.” (Yürekte Bukağı: Güneşli Bir Gün)

Özellikle bu hikâye kitabında modern kentte sıkıştırılmış insanın 12 Eylül tarafından bir kez daha kuşatıldığı, birbirlerine yabancılaştırıldığı, sevginin bayağılaştırıldığı, karakterlerin bilincinden daha fazla hissediliyor.

“Kısa öykü”yü çok önemli bir yazın türü sayan yazar, “gibi”yi bulmanın gerekliliğini anlatıyor: “Yaşamadaki Gibi” gibiyi. Kimi zaman aksak, yanlış, kimi zaman doğru, açık ve yalın olanı. Gerçeğin kendisine abanmadan, yaslanmadan, sanatta “inandırıcı” olan gerçeği bulmak… Değişik sınıfların, değişik bireylerin başka başka yerlerde ve zamanlarda karşılaştıkları ayrı gerçeklerin çeşitli görünümleri içinden, iletmek istenilen gerçeğin asıl yüzünü bulmak. Bildiriyi söylev havasıyla değil, sanat gereçleriyle iletmek. “Bir daha” değil, yeni, yani taze söylemek.”

1980’lerden sonra edebiyatta biçim olarak değişen “modern hikâye” yerini “postmodern hikâyeciliğe” bırakıyor. Masal kahramanları ya da geçmişteki tarihi kişilikler birdenbire hayatımızın içinde oluveriyor. Uyar, 1983 yılında Gece Gezen Kızlar ile başta biçim değişikliğine giderek Türkiye tarihini masallar aracılığıyla okuyucuya sunuyor.

1986 yılında yazılan Yaza Yolculuk’ta ise post-modern biçimle yazılan çağdaş masal anlayışının devam ettiği göze çarpmaktadır. Buradaki insanlar “küçük burjuva” niteliğindedir ve umutsuzluğu, yalnızlığı, özlemleri bir arada yaşamaktadır.

“Sekizinci Günah, Otuzların Kadını, Aramızdaki Şey”, hikâyelerini 1990’larda kaleme alır ve erkek dünyasında kadının yerini sorgulatmaya çalışır.

Günlük türünü “toplumsal güncellik” olarak gören yazar, Gündökümü (1976), Sesler Yüzler Sokaklar (1981), Günlerin Tortusu (Bir Uyumsuzun Notları), Yazılı Günler (1985-1988), Tanışma Günleri/Anları (1989-1995), Yüzleşmeler (1995-1999) adlı günlüklerini yazarken toplumun tarihine ışık tutmak amacında olduğunu gösteriyor.

Öykülerini ve günlüklerini yazarken “edebiyat”ın işlevine dair sürekli soru soruyor Uyar. Gençlere ise hiçbir zaman klasik eserlerden kopmamaları ve sürekli onları okumaları gerekliliğini anlatıyor.

“Edebiyat soru sorar. Çünkü her rejimde, her iktidarda edebiyatçı soru soran ve sorgulayan kişi olmalıdır. Yanıt getiren yazarlara da saygım vardır ama benim tercih ettiğim, temsil etmeye çalıştığım, soruları çok iyi soran yazarlardır. Oysa edebiyatın kendi doğası gereği soru sorması gerekiyor. Yanıtlar sosyologlara ve gazetecilere kalmış bence.”

“Türkiye gibi, yani okurun az olduğu, kitapların az basıldığı bir ülkede ‘Neyi değiştiriyorum?’ sorusunun cevabı gittikçe seyreliyor; çünkü sizi okuyan kişi az ise fazla bir şey değiştirmiş sayılmıyorsunuz. Ne yazık ki, 1975’lerde ne yaşıyorsam 1990’larda da, 2000’lerde de aşağı yukarı aynı şeyleri yaşıyorum. Sade ben değil bütün toplum aynı kötü deneyimlerden geçiyor ve bir umut ışığı da en azından yakın bir gelecek için gözükmüyor toplumsal yaşamımızda…”

1980 darbesinden sonra yaşanan toplumsal çelişkiler, dünün umudunun bugünün umutsuzluğuna dönüşmesi, gözaltılar, işkenceler, parçalanan yaşamlar ve sürekli geriye giden bir hayat biçimi, edebiyatta da kendini biçim ve içerikte göstermiştir.

“Kadın”ın kadın yazarlar tarafından birey olarak tekrar sorgulanması bu döneme denk düşer. İnci Aral’ın, Erendiz Atasü’nün eserlerinde kadına kendi dünyasından ve erkeklerin dünyasından bakış sergilenmiştir. İnci Aral, “Ölü Erkek Kuşlar”, “Ağda Zamanı”, “Anlar İzler Tutkular”, “Gölgede Kırk Derece”, “Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm”, “İçimden Kuşlar Göçüyor” romanlarıyla aşk, sevgi, evlilik ilişkilerinde kadınların yaşamlarını irdeliyor. Kadını yazmasının ve onun dünyasında olmasının gerekliliğini anlatıyor:

“Daha çok kadınları yazıyorum. Çünkü gördüğüm, tanıdığım kadınlar dünyasında çok fazla mutsuzluk ve imkânsızlık var. Kadınların mutlu olmadığı yerde erkeğin gerçek anlamda mutlu olması, en azından hayatından memnun olması da mümkün görünmüyor bana… Özellikle kadınlar söz konusu olduğunda düşünceyle eylem arasında derin bir sessizlik var. Ben kadının o sessizliğini ve o iç yolculuğunu anlatmaya çalışıyorum.”

LATİFE TEKİN

1957 doğumlu olan Latife Tekin, 12 Eylül’den sonra edebiyat yaş***** girmiş, yazdığı romanlarla olumlu-olumsuz çok fazla tartışılmıştır. Köyden kente göçen bir ailenin çocuğudur. Edebiyatla ilgilenmesini ise; çok parçalanmış, kendi dilinden kopmuş, kentle-köy arasında, kentle-sokak arasında kalan kadın ve erkek dünyasını anlatmaya ve çeşitli bölünmelerle baş etmeye çalışmış bir insan olarak, tekrar iç dengesinin yerine gelmesi için huzurunu yeniden kurmaya çalışmakla açıklıyor.

İlk romanı “Sevgili Arsız Ölüm”, 1983 yılında yayımlanır. Göç ile yaşanan yoksullaşma, parçalanma ve kimlik kaybını destan, masal gibi türlerle ve halkın doğaüstü inançlarıyla bütünleştiriyor. Çocukluğunda masallarla büyüdüğünü, İstanbul’a göç ettikten sonra babasının işsiz kaldığını, kardeşlerinin olmayacak işlere girip çalıştığını, kendisinin savrulmalar yaşadığını anlatıyor. “Sevgili Arsız Ölüm”ün de konusu Latife Tekin’in hayatından izler taşıyor. Romanda, Huvat ailesinin yaşam koşulları, inançları ve kızları “cinli kız” denilen “Dirmit’in ideolojisi, aileden kopuşu anlatılır.

Köyde yaşayan Huvat ailesi, İstanbul’a geldikten sonra aile içinde bir savrulma başlar ve baba tarikatlara üye olur, kızlarının ve gelinlerinin başını kapattırır, kafası kızdığı zaman şiddete başvurur. Dirmit ise bir yandan cinlerle, bitkilerle, hayvanlarla konuşur. Dirmit, minare kırığı öğretmeni merak ediyor ve öğretmenin komünist çıkmasıyla aile kızın üzerine daha çok düşüyor, onu baskı altında tutuyor. Dirmit ise ideolojik olarak bilinçlenmeye başlıyor ve şiir yazıyor, gizlice radyo dinliyor. Böylece aile bireyleriyle arasında bir uyumsuzluk ve yabancılaşma süreci başlıyor. Roman ise annenin ölümüyle son buluyor.

Romana genel olarak bakılırsa; biçim olarak “büyülü gerçekçilik” denilen tarzda yazıldığı görülür. Latin Amerika kaynaklı olan bu akım geleneksel mitsel inançlarla, yerlilerin yaşam tarzlarını birleştirir. Aslında gerçekliğin fantastik biçimde yansıtılmasıdır ya da imgelerin ardından gerçeğe bir bakıştır. İçerik olarak ise kapitalizmi yaşayan Türkiye’de ailenin tutunamaması ve tarikatlar yoluyla tutucu bir hayatı seçmeleri ekonomik koşullarla beraber irdelenir.

Latife Tekin, kendisini etkileyen yazar ve romanların, Gabriel Garcia Marquez -“Yüzyıllık Yalnızlık” ve Ahmet Hamdi Tanpınar- “Mahur Beste” olduğunu belirtir ve onların yazım biçimlerinin etkisinden söz eder.

1984’te ise “Berci Kristin Çöp Masalları” kitabı yayımlanır. Çiçektepe adlı gecekondu semtinin şehir çöplüğüne kuruluşunu, insanların hayatlarını, değerlerini, rekabet ve gösteriş meraklarını, insanların tabiatla, belediyeyle mücadelelerini, bilgisizliklerini ortaya koyar. Yine bu eserde doğaüstü olaylar yer almakta, rüzgâr, ölü bebekler ve hayvanlar konuşmakta hatta halk kendi kendine efsaneler yaratmaktadır. Yazar, kitabını yazarken önce politik çalışmalar nedeniyle gecekonduya gittiğini ve o dönem bunu bilerek politik bir kimlik olarak seçtiğini belirtir. Gecekondu halkının üretimleriyle kenti var ettiğini ancak buralarda yarı aç-yarı tok yaşadıklarını ve kafalarından efsaneler uydurduğunu mizahi bir dille anlatır.

1986’da ise “Gece Dersleri” kitabı çıkar. 1980 öncesinde girdiği siyasal örgüt içindeki ilişkileri ele alan yazar, 12 Eylül’den çok, içinde bulunduğu siyasi örgütle hesaplaşmaya girmiştir ve böylece kendini 12 Eylül yazarları kategorisine koymayı başarmıştır. Bu romanla “Türk Solu'nu karşıma almayı, yalnız kalmayı göze almış bir yazarım." demiştir. Esere konu olarak bakılırsa, Gece Dersleri’nin anlatıcısı Gülfidan (Sekreter Rüzgâr)’ın örgüt içindeki durumu, ardından 12 Eylül’ün yaşanması, Gülfidan’ın tutuklanması ve örgütü bırakması anlatılır.

Latife Tekin, “Benim bütün kitaplarım otobiyografik. Yaşadığım, içinden geçtiğim, bırakıldığım, adımladığım bir hayatı yazabiliyorum sadece” diyor. Kitap yine simgelerden, masallardan oluşuyor. Yalçın Küçük ise bu kitabı “Şizofreni Yazısı” olarak nitelendiriyor. Gülfidan, örgüt içinde bir “şeytan” olarak yer alırken ve kırk kadına başörtülerini çıkarttırıp ezberlerini bozdururken, 12 Eylül’den sonra birdenbire “masum” bir kadına dönüşüyor ve onu kandırdıklarını, devrimcilerin kılık değiştirerek yeraltına geçtiğine içerliyor ve bu kez Sekreter Rüzgâr üzerinden başlıyor eleştirilerini yapmaya. Fakat bu “eleştirileri” yaparken 12 Eylül’ü de aynı oranda suçlamadığı göze çarpıyor. Örgüt eleştirisinin 12 Eylül’den sonra böyle pervasızca yapılması bir tesadüf değil zaten. Çünkü 12 Eylül, toplumun hemen tüm kesimleri üzerinde korkuyu, yılgınlığı yaymaya çalışırken devrimcileri esas hedef tahtası olarak seçmiş, onların teslim alınması ile tüm bir halkın teslim alınmasının yolunun açılacağını bilerek hareket etmiştir. Cuntanın bu politikası, ideolojik sağlamlığı bulunmayan devrimci yapılar üzerinde oldukça etkili olmuş, bu yapılarda bulunan insanlar, geçmişlerine, örgütüne, inançlarına küfretmeyi, o güne kadar inandıkları her şeye bir anda sırt çevirmeyi ve örgüte düşmanlaşmayı seçmişlerdir. Kimileri mülteci olmuş, kimileri düzene dönüp zenginleşmiş, kimileri de deyim yerindeyse dini keşfedip hidayete ermiştir! Latife Tekin’in de, huzuru(!) dinde ve duada bulması, iktidar tarafından oluşturulmaya çalışılan ideolojiye, “Türk-İslam Sentezi”ne bir göz kırpma belki de. 1989 yılında ise “Buzdan Kılıçlar” ile İstanbul’da yoksul mahallelerde yaşayan insanların zengin olma hayallerini, 1995’te ise çıkardığı “Aşk İşaretleri” ile büyük kentin varoşlarında yaşayan bir grup gencin, kendilerini “aydınlatan” bir yol göstericinin önderliğinde, yaşama nasıl yaklaşacaklarını öğrenmeye çalıştıkları dilsizliğe, sessizliğe karşı övgü yapan öyküler görüyoruz. Tekin, “Dili, dünyayı anlamlandırmak için kullananların bunu yapmayan insanlar karşısında bir güç ve iktidar ele geçirdiklerini söylemek istiyordum.” diyor.

2001 yılında yazılan “Ormanda Ölüm Yokmuş” ise kadın ve erkeğin hayatından yola çıkarak düş kırıklıkları, aşkları ve acılarını bu dünyaya ait olamama hallerini anlatıyor.

Bütün bunlardan yola çıkarak söylenebilir ki; yazdığı eserlerde imgelerin ardına sığınmış Latife Tekin’in anlattığı konular, halkın bire-bir yaşadığı sorunlardan ibaret değildir. ’80 öncesi taşıdığı düşüncelerden çok keskin bir şekilde uzaklaştığı, doğru ifade etmek gerekirse dönekleştiği ve bunu romanlarında aktarma gibi bir misyona soyunduğu için, 12 Eylül’ün tüm benliği ile teslim aldığı yazarlar içinde ilk sıralarda kendine yer bulmuştur. 12 Eylülcülerin özene bezene pohpohladığı, şişirdiği, allayıp pullayıp “edebiyat dünyasına” kazandırdığı yazarlardan olan Tekin, dil ve üslup olarak da mistik ve halktan uzak bir biçimi tercih etmiş, elitistleşmiştir. Böyle bir yazarın halklaşması da düşünülemez zaten. ’80 sonrası halk içerisinde yaratılmaya çalışılan yozlaşma, çürüme, değerlerinden uzaklaştırma politikalarına “soldan” destek çıkanlar arasında önemli bir yer tutuyor Latife Tekin...

ELİF ŞAFAK

“Kem Gözlere Anadolu” ile yazarlık yaş***** adım atan Şafak, ilk kitabı Pinhan’ı 1997 yılında yayımlar. Öykü kahramanı Pinhan, kendisini bulmak için Dürri Baba Tekkesi’ne girer. Orada bir müddet yaşadıktan sonra var olan çift başlılığını yenmek için kendini aramaya koyulur ve İstanbul’a gider. Metafizik olaylar, mistisizm, inanç içinde inançsızlık, hayal içinde hakikat kavramlarını sorgular okuyucu ve bu eser “Mevlana” ödülünü kazanır.

“Şehrin Aynaları” 1999’da yayımlanır. Tarihsel roman tarzında olan kitap, Musevi karakterin bu hayatta hiçbir yere ait olamamasıyla ve kimliğini saklamasıyla yabancılaşmıştır günümüz ortamına. Bu yüzden 17. yy İstanbul’una giderek kimliğini orada rahatça yaşamaktadır. Yazarın deyişiyle; “İnsanın kendini var edebilmesi için bir öncekini yıkması lazım. O duygularla yazılmış bir roman.” Şehrin Aynaları.

“Mahrem” ise 1999’un İstanbul’unda başlayıp 1999’un İstanbul’unda biten; araya tarihlerin, masalların, ülkelerin, hayvansı insanların, insansı hayvanların, kötülerin, zayıfların, çirkinlerin, güzellerin girdiği, zamanın ve mekânın iç içe geçtiği bir roman. Romanda birdenbire 1885 yılının Pera’sına gidiyoruz. Buradaki kahraman, kerametle dünyaya gelen mum kokulu Keramet Mumi Keşke Efendi! Kendisi vişne renkli çadırın sahibi. Çadırdakiler ise çirkinler çirkini Samur Kız’la, güzeller güzeli Belle Anabelle. Bu iki kızın öyküsünü de doğdukları andan itibaren başka bir döneme giderek öğreniyoruz. İstanbul’da ise şişman bir kadın ve Nazar Sözlük’ü yazan erkek arkadaşı göze çarpıyor. Mahrem olanı ise kendimize saklamak istediğimiz olarak ortaya koyuyor yazar. Sistemin, yani kapitalizmin, görselliğin yeniden tanımlandığı seyirlik bir dünya kurduğunu, bu dünyada herkesin seyirci olduğu görüşünü savunan Elif Şafak, mahremi, modern olanı geleneksellikle çatıştırıyor romanda ama bir arada olmayı savunuyor ve kahramanlarını bu dünyaya ait olamamış yersiz yurtsuzlardan seçiyor.

“Bit Palas” adlı 2002 yılında yayımlanan kitapta yazarın, “Burada Yatır Var Çöp Atmayın” yazısı dikkatini çekince romanı yazmaya karar vermesi ve Bonbon Palas Apartmanı’nın sakinleriyle tanışıyoruz böylece. İnsanın komplekslerini, kendini sorgulamaları gerekliliğini tehlikeyi dışarıda aramaktan çok kendimizden başlamamız gerekliliğini vurguluyor yazar. Tezli roman yazmanın gerekliliğine inanmayan Elif Şafak, tarihsel ve mekânsal olanla “ruhdaşlık” içine girdiğini ve eserlerini yazarken buradan yola çıktığını belirtiyor.

Sonuç olarak; 1980 dönemi sonrası romanı, önce biçim olarak değişmiş, klasik giriş-gelişme-sonuç yerini post-modern tür anlayışına bırakmış; içerikte ise artık hiçbir şey idealize edilmemiş, tarihe yeniden dönülüp bakılmış, sorunlar bugünün bakış açısıyla irdelenmek istenmiştir. Kadın yazarların kalemlerini 1839 yılında Tanzimat’tan 12 Eylül 1980 sonrası ve bugüne kadar gelen süreçte incelediğimiz zaman; “iktidar-halk-muhalefet-darbe-modernizm-sosyalizm” süreçleri ile Türkiye’nin geçiş aşamalarında yol aldığı ve genişlediği göze çarpmaktadır. - BİTTİ -

KAYNAKÇA :

1- Şefika Kurnaz: Cumhuriyetten Önce Türk Kadını

2- Leyla Kaplan: Cemiyetlerde ve Siyasi Teşkilatlarda Türk Kadını

3- Fatma Aliye Hanım: Muhadarat

4- Meral Aktındal: Osmanlıda Kadın

5- Ayşe Durakbaşa: Halide Edip: Türk Modernleşmesi ve Feminizm

6- Ayşegül Baykan-Belma Ötüş Basket: Nezihe Muhittin ve Türk Kadını (1931) :Türk Feminizminin Düşünsel Kökenleri ve Feminist Tarih Yazıcılığından Bir Örnek

7- Selim İleri: Kar Yağıyor Hayatıma

8- Nesrin Tağızade Karaca: Edebiyatımızın Kadın Kalemleri

9- Feridun Andaç: Edebiyatımızın Kadınları

10- Ömer Nida: Kadın Romancılarımız

11- Tavır Dergisi: (Suat Derviş)

12- Füsun Akatlı: Felsefe Gözüyle Edebiyat

13- Banıçiçek Kırzıoğlu: Nezihe Meriç’in Roman ve Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme

14- Demirtaş Ceyhun: Edebiyatımı Geri İstiyorum

15- Mümtaz İdil: Bir Sevgi’nin Öyküsü

16- Berna Moran: Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II-III

17-Yaşasın Edebiyat: Özel Dosya (Sevgi Soysal)

18- Berfin Bahar: Gülten Akın Özel Sayısı

19- Asım Bezirci: 1950 Sonrasında Hikâyecilerimiz

20- Murat Belge: Edebiyat Üstüne

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...