Jump to content

Aşka Aşık Bir Ozan: Karacaoğlan...


ysncn_

Recommended Posts

Aşka Aşık Bir Ozan: Karacaoğlan...

Ümit Zafer

“Yiğit yiğide yar olur...”

(Karacaoğlan)

Yazdık hakikati Karacaoğlan

Hayata bir kez daha

Yazdık ki sevdanın yolu

Karacaoğlan Tepesi’nden geçer...

Evvel zaman içinde, bir bağ bozumu vaktinde, ebem kadın ile bir ardıç ağacının gölgesine oturduğumuzu anımsıyorum. Tanrıça Kibele’den Hakikat Bacılar’a uzanan anaçlığın güzelliğini ihtişamla taşıyan yaşlı bir Yörük kadınıydı ebem. Kırmızı başlığı ve tülbendinin altından firar eden gümüşi saçları, kırış kırış yüzü ve güleç çehresiyle kalender bilgeliğin timsaliydi. Bu betimlemeleri o zaman yapmıyordum elbette. Çünkü çocuktum.

Yıllar sonra, Karacaoğlan’ı ilk kez ne zaman duyduğumu düşündüğümde, o ardıç ağacının gölgesini hatırlamıştım. Çünkü o bağ bozumu vaktinde, ilk kez ebem anlatmıştı. Karşımızda yükselen iki tepeyi gösterip o tepelerden birinde Karacaoğlan’ın, diğerinde Karacakız’ın mezarı olduğunu söylemişti. Ama şehir görmüş ve şehirde neler neler görmüş bir çocuğun aklıyla, umursamamıştım o zaman duyduklarımı. Çünkü Kızıl Maske, Teksas, Mister No, Tommiks, Mandrake... idi şehirde okuyan o çocuğun kahramanları. Karacaoğlan kimdi ki? Hurafeydi bütün bu hikâyeler...

Sonra büyüdüm ve artık adımıza genç dendiği bir zaman içinde de ufkum büyüdü: “Biz, bu toprağın insanlarıyız. Halkız. Halktan birisiyiz. Halkın öncüsüyüz.” diyen sesin ardından yola çıktığımda gerçekten tanıdım Karacaoğlan’ı. Bu arada ebem çoktan ölmüştü. Ama “Biz bu toprağın insanlarıyız.” diyen bilgeliğin sesinde, o yaşlı kadının sözlerine sinen kadimliğin tınısını da duyuyorum nicedir. Ve anladım ki, ancak yarına gidenler, köklerinin üzerinde hayatı yeniden yükseltebilirler...

Sahi, Karacaoğlan kimdir? Yıllar önce, bu soruyu sormamıştım. Ama o yaşlı kadın, kendiliğinden cevaplamıştı. Okuma yazma bilmeyen bu Hakikat Bacı, bir halk geleneği sürdürüyordu aslında. Tam da bu nedenle, halk aşığı Karacaoğlan asırlardır yaşayıp bu günlere ulaşmıştır. Türküleri, bugün de Anadolu’nun her yanında çalınıp söylenir:

“Ben bugün yârimden ayrı düşeli

Her günüm bir yıla döndü gidiyor

Gene zindan oldu bu dünya başıma

Sinem ateşlere yandı gidiyor...”

“Sinesi aşk ateşiyle bunca tutuşan Karacaoğlan kimdir, nerede ve ne zaman yaşamıştır?” sorularına cevap ararken görülür ki, bu halk aşığının hayatına dair yapılan araştırmalar, Karacaoğlan’ın hayatının genellikle “bilinmezliklerle dolu” olduğunu öne sürerler. Örneğin, doğum yeri kesin olarak bilinemiyor. Kaldı ki, coğrafi açıdan nerede doğduğu lüzum gerektirmeyen bir teferruat sayılır. Ama kesin olan gerçek şu ki, Karacaoğlan’ı doğuran, halkın ta kendisidir. Erzurum, Kırşehir, Binboğa ve Toros Dağları’ndaki Yörük obalarında doğduğuna dair rivayetler vardır. Bu rivayetleri folklor araştırmacılarına bırakarak diyoruz ki, Karacaoğlan’ın doğum yeri halkın sinesidir. Yaşadığı, gezip dolaştığı yer de orasıdır...

Susuz kalmış toprak nasıl çatlarsa, öyle çatlamıştı ellerinin ayası. O eller ki, bir kez bile kalem tutup yazı yazmadı. Ama o ihtiyar Yörük kadını, Karacaoğlan’ın bu toprağa, dağa, suya, yele... yani halkın gönlüne yazdığı deyişleri yazıp okurdu gönlünce. Sonra, ama çok sonra Karacaoğlan üzerine yapılan incelemeleri okurken, kurduğu çadırların orta direği gibi hayatı sırtlayan o Türkmen ebesinin sesiyle çınladı kulağım:

“... İncelemeler, Karacaoğlan’ı 15. yüzyıl sonlarına kadar ******ürmekte, 16. yüzyılda bu adı taşıyan bir şairin yaşadığını ve 17. yüzyıla ait bu cönklerde de Karacaoğlan adına kayıtlı çok sayıda şiirin bulunduğunu göstermektedir.” 1

“... Karacaoğlan, güzel sevmek için doğmuş; güzel sevmek için yaşamış ve şüphesiz ölürken de, sevgiler içinde çalkalanarak ölmüş gibidir. Şairin menkıbeleri arasında Karakız adlı birisini sevdiği söylenir ve ölünceye kadar, bu sevginin devam ettiği, fakat birbirlerine kavuşamadıkları, en sonunda Karacaoğlan’ın bir tepeye Karakız’ın da onun karşısındaki bir tepeye gömüldükleri anlatılır...” 2

“... Karacaoğlan’ın mezarı İçel’in Mut ilçesinin Çukur köyünde bir tepe üzerindedir. Bu tepeye halk Karacaoğlan Tepesi demektedir. Üzerinde birkaç eski ev temeli, bir su sarnıcı ile harap bir mezar vardır. Bu tepenin karşısında başka bir tepeye de Karacakız Tepesi denilmektedir. Karacakız ile şairimiz arasında bir aşk serüveni varmış...” 3

“... O, yetiştiği muhitin kuvvetli tesiri altında, halk zevkine ve asal halk edebiyatı an’anelerine şiddetle bağlı kalmış, büyük merkezlerdeki saz şairleri gibi, klasik edebiyat tesirlerinden müteessir olmamış, aruz veznini bile hiç kullanmamıştır. Geniş halk kitlesi arasında, köylerde, Türkmen oymakları içinde teşekkül eden edebi şahsiyeti, XV.-XVI. Asır ozanlarının an’anelerini kıskanç bir surette saklamıştır...”4

“...Bütün bu açıklamalar, tarihi belgelerin ışığı altında değerlendirildiği takdirde, Karacaoğlan’ın Sultan III. Murat zamanında (1546–1595), ünü Saray’a kadar ulaşan büyük bir saz şairi olduğu söylenebilir. Şu hale göre onun 16. yüzyıl başlarında veya 15. yüzyıl sonlarında doğmuş olması, şimdilik ihtimallerin en kuvvetlisi olarak gözükmektedir...”5

Özgür tabiatlı Yörüklerin, dervişani ozanı Karacaoğlan’ın deyişleri, dağlardaki çadırlardan şehirlere değin dilden dile aktarılmıştır. Bu yaygınlığın Saray’a ulaşması da anlaşılır elbette. Ve lakin Osmanlı’nın kılıcını ve kuyularını iyi bilen, halkın Saray’a olan hıncını da dile getirir Karacaoğlan. Deyişlerinde, zulme boyun eğmeyen göçebe Türkmenlerin meydan okuyuşlarının izleri vardır: “Sen Osman oğlu isen ben de Şah oğlu.” Ve bunca zulüm ve sömürünün nedenini sorar:

“İkide bir üstümüze gelirsün

Nenüz aldık Serdar bizde nenüz var

Dünya bizim deyu dava kılarsın

Nenüz alduk Serdar bizde nenüz var...”

Karacaoğlan’ın bu dizelerine Osmanlı’nın tahakkümüne itiraz eden Türkmenler’in muhalefeti yansımıştır. Başka türlü olması da Karacaoğlan’ın tabiatına terstir. İçinden çıktığı halkın dert, talep ve mücadelesiyle bütünleşmek, bir aydının varlık şartıdır. Bu yanıyla, döneminin aydın insanlarından birisidir Karacaoğlan. Ayrıca birçok koşma, türkü ve destanın da Pir Sultan, Nesimi ve Hacı Bektaş’a göndermeler yaptığı da malumdur. Onları üstadı olarak gördüğü ve aynı fikriyatın insanı olduğu anlaşılır. Batıni, vahdet-i vücutçu bir felsefi arka plan önünde çalıp söyler. Bu yüzden Karacaoğlan’ın şiirlerinde soyut bir “tanrı sevgisi”, “öteki dünya” gibi dini göndermeler yoktur. Aksine, yaşadığı bu dünya ve insan sevgisiyle dopdoludur...

“Güzel sevme derler nasıl sevmeyim

Sevsem öldürürler sevmesem öldüm”

Karacaoğlan’ın dili sade, canlı ve halkın günlük yaşamdaki dilidir. Deyişlerini, halk türkülerinde geçerli olan hece vezninin sekizli (4+4) ve on birli (6+5)-(4+4+3) biçimlerinde söylemiştir. Kendisi ve izleyicileri, bu sadelikte söyledikleri türküleri ilden ile dolaşarak yaymışlardır. Bu sayede görülen yerlerin coğrafi özellikleri, güzellikleri, halkın sosyal ve etnik yapısı şiirlerine yansımıştır. Öyle ki, Karacaoğlan’ın sevdası yaşadığı coğrafyadaki bütün halkları kapsayacak denli büyüktür:

“Dilber nerede doğmuş nerede illeri

Ermeni mi yoksa Rum mu dilleri...”

Karacaoğlan söyleyeceklerini eğip bükmeden, olabilecek en yakın haliyle söyler. Bu söyleyişe, konuşma rahatlığı hakimdir. Arif olan anlar tarzında, kapalı anlamlar yoktur. Seçilen kelimeler, kurulan cümleler sade ve işlevseldir. Ne söylemek istiyorsa, onu söyleyen bir doğrudanlık içindedir. İçinde yaşadığı Yörük obalarının “yaban” hayatının doğallığı ve doğrudanlığıdır bu:

“Yiğit yiğide yar olur

Kötülerde ham süt olur

Kara gün ömrü az olur

Gamlanma gönül gamlanma.”

Karacaoğlan’ın dilinden konuşan, halkın ta kendisidir. Sevincini, kederini, sevdasını, derdini Karaca’ya avaz yapan bu toprağın özüdür. Ve Karacaoğlan, dokunduğu dertleri haykırır:

“Üç derdim var birbirinden geçilmez

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm.”

Yoksul isen, arkasızsan serde ayrılık olur ille ki. Ve yolun bir kez gurbete düştü mü, ya dönülür ya dönülmez. Artık yürek değil, yangın yeri taşınır göğüs kafesinde. Asırlar var ki, hep aynı derttir bu. Böyle olduğu için de, hasretin tellerine dokunmaya devam ediyor Karacaoğlan:

“Gurbet ilde padişahlık yerine

Vatanında züğürt olmak yeğ imiş.”

Sevdanın ocağında hasret ateşi yanar. Hasretin gölgesinde ise hayal kurulur. Karacaoğlan derler, hayalin hasını kurana. Lakin hayalci olmak başka bir şeydir. Karacaoğlan gerçekçidir. Bu nedenle dizelerinde melankolinin zerresi yoktur. Elbette, yeri geldiğinde, “ayrılık şerbeti zehirden acı” diyen de odur; “Bizim için ayrılık yoktur / Ya sen ya ben ölmeyince.” diyen de. Ve sonra, “Aşkın baki yarin fani.” Dizesini kuran da Karaca’dır.

Acılar, ayrılıklar, ölümlerden hoşlanmaz. Ama karşılaştığında yıkılmaz. Vakur bir kalenderlikle karşılar ve yeniden hayatı yaratır.

Dizelerinde dert ile sevinç, hasret ile vuslat, işve ile küskünlük iç içedir. Tasvir ettiği güzeller ve güzellikler, en canlı biçimleriyle hayat bulur.

“Çağır Karac’oğlan çağır

Taş düştüğü yerde ağır

Güzel sevmek günah değil

Ben kitapta yerin gördüm...”

Aşkın şairi saydığımız Karacaoğlan’da, platonik tarzda saplantılı bir duygusallık yoktur. O, kelimenin gerçek anlamıyla aşkı yaşar. Aşıklık, Karacaoğlan’da bir yaşam tarzıdır. İnsana, cümle güzelliğe ve karşı cinse dair berrak bir sevgidir bu. Dahası, bedelleri göze alınmıştır. Böyle olduğu içindir ki, bir aşığın hasretini vuslat belleyecek denli gözü karadır. Çağlardan çağlara dile getirdiği de, bu kadim sevdanın türlü halleridir. Bu haller içinde ikiyüzlü tabulara, riyakâr adetlere, kör törelere yer yoktur. Öyle ki, sevdiğinin sinesini cennete benzetecek ve yarini meleklerle kıyaslayacak denli gönül ehlidir Karacaoğlan. Cenneti bu dünyada aradığı için cehennem umacısıyla ilgilenmez. Şiirleri buram buram hayat kokar.

Elbette, mecaz kullanır. Ve bütün mecazları, doğadan alınmadır. Coşkun akan bir su olur bazen. Yeri gelince de gökte uçan kuşlara kanat olur. Kılıç kar etmez ama bir güzelin kirpiği mızrak olup saplanır yüreğine. Sevdiğinin boyu bazen selvi, bazen de gülfidanı olur. Sunalar, turnalar, cerenler ve tabiatın nice güzelliğine benzetir sevdiğini. Dememiz o ki, cümle güzelliğin sevdiğindeki yansımalarına vurgundur Karacaoğlan. Mal mülk ilgilendirmez onu:

“Yüz elli keselik mal.” değil, “Gönüldeş olacak bir yar.” ister.

Çünkü bir insan için sevgiden daha büyük bir zenginlik yoktur. Sevgiye biçilen bu anlam, Karaca’nın kişisel fikri değildir elbette. Baba İshak’lardan bu yana gelen, özgür tabiatlı göçebe Yörüklerin yalansız sevdasıdır bu.

“Havayi hey deli gönül havayi

Ay doğmadan şavkı vurdu ovayı

Türkmen kızı katarlamış mayayı

Geçip gider bir gözleri sürmeli...”

Karacaoğlan şiir-türküleri aynı zamanda değer, edep ve nasihatlerin toplamı olarak, belli bir ahlakı yansıtır. İnsana dair hoşgörülü, kapsayıcı ve değer veren bu manevi yaklaşımın, olmazsa olmaz temelleri de vardır. Özü sözü bir olmak, bu özelliklerin başında gelir.

Asırlardır, dilden dile Anadolu’yu dolaşan bu maneviyat, halkımızın benliği ve belleğindeki yapı taşlarındandır. Şimdiki zamanlarda yerinden sökülmek istenen, işte bu edep taşlarıdır. Türlü şekillerde yozlaştırılmak istenen halkın, dayandığı temel taşlarıdır bunlar. Karacaoğlan’ın şiirlerinde davranış kuralları olarak, özetlenmişlerdir adeta: “Tuz ekmek yediğin yere / Hıyanetlik etmek olmaz.” Bir başka şiirinde ise, yine olmaması gerekeni vurgular: “Ağzı açık namertlere / Yiğit sırrın açmak olmaz.”

Yaptığımız ya da yapamadığımız şeyler, dost ağlatıp düşman güldürüyorsa, doğru değildir: “Mısır’a sultan olsam istemem kalan / Dost ağlayıp düşman güldükten geri” Karacaoğlan haklıdır. Dostun ağlaması rağmına sultan olduysanız, adınıza “Hızır Paşa” denir en fazla. Böylesi kadir kıymet bilmezlere karşı, nasıl davranmak gerektiğini de söyler Karacaoğlan: “Yoldaş olma yolun bilmez yolsuza / Komşu olma sözün bilmez densize / Meyil verme edepsize arsıza...” Çünkü ancak böyle korunabilir o güzel değerler. Değilse, arsızlık tutar cümle cihanı. Çürümüş edepsizliğe karşı tavizsiz olan Karacaoğlan, yeri geldi mi dostluğun kitabını iki dizede özetler: “Hâldan anlar isen haldaş olalım / Anasız babasız kardaş olalım...”

Karacaoğlan’ın dilinin kemiği yiğitliktir. Böyle olduğu içindir ki, sözü de eğri olmaz. Doğru sözü ile, toplumdaki eğrilikleri iğneler: “Ustalar yapıyı tersine yapar – Esnaflar işine hiyleler katar / Zamane kadısı altuna tapar” İşte böyle bir ortamda, insan-ı kamil olma çabasının pusulasıdır dizeleri. Sokrates kadar eski, Yunus Emre kadar buralı bir düsturu yineler: “insanoğlu yeryüzüne genelde / Kur’ ağaçtan meyva bitmiş gib’ olur / kamil olup kendi kendin bilince / Cevahirden yükün tutmuş gib’ olur” Kendini bilmeyen arsızların, kendi cehennemlerinde yaşadıklarının bilgisine vakıftır Karaca. Halkın tecrübe imbiğinden süzdüğü bu hayat bilgisini, ilden ile yayar: “Karac’oğlan der ki sözüm haktır / Yiğit olmayanın yalanı çoktur / Cehennem yerinde hiç ateş yoktur / Herkes ateşini bile ******ürür.”

Aşkın kaç hali vardır?

Sorumun cevabı için, Karacaoğlan Tepesi’ni unutmadan onun dizeleri anımsanmalıdır. Zira, sevdanın bütün hallerinin özü halktadır. Bütün o hallerin kıssadan hissesi ise, şöyle dile gelir: “Bir yiğide bir yar yeter / İki seven del’ olma mı” Bu bir soru değil elbette, kıvamın bulmuş bir sevdanın tutku halidir sadece. Bu öyle bir tutkudur ki, demini bulunca ince bir ironi şekline de bürünür: “Geçme mescit yakınından / çok namazlar böldürürsün”

Bu denli yaşam sevinciyle dolu kolan Karacaoğlan’ın halkın acılarına da tercüman olduğu malumdur. Saray şairleri ne kadar “laylaylom” ise, halk aşığının gerçekliği de halkın acılarcı kadar derindir: “Her nere varımsa dertliler ağlar / Aradım cihanı dertsiz yoğ imiş” Karaca’nın kalıcılığının hikmeti de buradadır.

Halkın sevdasına, hasretine, derdine ortak olup dile getirdiği için, hala çalınıp söylenmektedir:

“Üryan geldim gene üryan giderim

Ölmemeğe elde fermanım mı var

Azrail gelmiş de can talep eyler

Benim can vermeğe dermanım mı var”

Evvel zaman, tarihin yollarından geçip şimdiki zamana vardı. Karacaoğlan ile Karacakız Tepeleri’nin olduğu köyün adı ise, “Karacaoğlan Köyü” oldu artık. Toros-Balkar dağlarının sinesindeki bu tepelerin yamaçlarında 16 Mart 1978 karanfillerinden Ahmet Tevran Ören ile büyük destanımızın halk aşırlarından İbili Ahmet’in mezarları vardır.

O tepeler, o dağlar, o zirveler de Karacaoğlan’ların izini süren birer şahandır Koçoğlu Tarık ile Sefer Mustafa. Bir yamacında halk aşığı Halil Önder dokunur yüreğinin teline diğerinde Türkmen Uğur hakikate avaz olur. Ki bu durum, Karacaoğlan’ın yaşadığının en aleni sırrıdır. Halk aşığı ve kahramanı Karacaoğlan ölmemiştir gerçekten de. Bu sırrı cümle aleme açıklamamızın ve bu yazının nedenini de Karacaoğlan söyler yine:

“Sana dört sözüm var sakın unutma / bir öğren, bir öğret, bir oku, bir yaz...”

Dipnotlar:

(1) Mustafa Necati Karaer / Karacaoğlan / Tercüman Yayınları

(2) İshak Refet / Karacaoğlan / Ankara Halkevi Neşriyatı 19833

(3) Cahit Özelli / T. Folklor araştırmaları Dergisi-Eylül 1957

(4) M. Fuad Köprülü / Türk Saz Şairleri / Ankara 1962

(5) Mustafa Necati Karaer / age syf:37

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...