Jump to content

Sırrı Süreyya Önder İle


ysncn_

Recommended Posts

Sırrı Süreyya Önder İle

Tavır

Beynelmilel Ve Sinema Üzerine...

Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Beynelmilel’le duyduk sizin adınızı. Artık popüler kültürün bir cilvesi midir bilemiyoruz ama şu iletişim çağında yaşanan yalnızlıkların, yabancılaşmaların vardığı boyutu da düşünürsek, sizce de bu durum biraz normal sayılır herhalde değil mi?

Adıyamanlıyım. Şehrin tek komünist ailesine mensubum. Babam ve amcalarımın içinde olduğu TÖS, TÖB-DER, Türkiye İşçi Partisi ve bir miktar da THKP/C geleneğinden gelme bir ailenin çocuğuyum. Ortaokul yıllarından beri örgütlü siyasal yapılarla ilişkim oldu.

Bugün bir demokrat ve örgütlü insanların dostu olarak, daha çok sanata yükleniyoruz. 12 Eylül’de tutuklandım. Ankara Devrimci Sol Davası’ndan yargılandım, 12 yıl hüküm giydim.

Mamak’ta mı kaldınız?

Mamak, Ulucanlar ve Haymana. Çıktıktan sonra epey işe girdim çıktım. Ticaretten kamyon şoförlüğüne uzanan skalada (çizelge, çizgi –bn-) işler yaptım, sonra geçim zorluğuna düştük, eldeki şeylerle iflas ettik, beceremedik o işi. Türkî Cumhuriyetlerde inşaatlarda çalıştım epey. Bu süre zarfında yazmayı ve okumayı hiç bırakmadım. Başlangıçta Beynelmilel’in senaryosu, “O Tozlar Bu Çamurları Getirdi” isminde ve Türkiye’nin son yüz yıllık siyasal panoramasını anlatan bir roman çalışmasıydı. İnşaatlarda roman yazmak zor olduğu için kitabı oluşturan 4 ana arterden birini senaryolaştırmaya karar verdim ve Barış Pirhasan’a öğrenci oldum. Senaryo yazmayı öğrendim. Şimdi aynı atölyede öğretmenlik yapıyorum. Bu senaryo ortaya çıktı. Daha sonraki yolculuğumu biliyorsunuz. İşte çekebilme ya da çektirebilme uğruna bir üç yıl geçti. Üç yıl türlü, çeşitli kapılardan geri dönüşlerle geçti.

Bu zorluklara geleceğiz Sırrı Bey. Ondan önce 12 Eylül’le derdiniz neydi gerçi anlattınız ve bunu perdeye aktarmak nerden aklınıza geldi? Bir de öykü tümüyle gerçeklerden mi oluşuyor Beynelmilel’de?

12 Eylül’le derdim şu: Örgütlü-siyasal yapıların dışında kalan geniş halk kesimi bir anda bu zulüm değirmenine su taşımaya çok gönüllü bir hale geldi. Bu benim çok dikkatimi çekti. Bunu yalnızca havuç-sopa denklemiyle açıklamak bana hep kolaycı bir yaklaşım gibi geldi. Brecht’ten bu yana, Frankfurt Ekolü olarak adlandırılan yazarlardan, sıradan insan, günlük hayat üzerine epey bir araştırma yaptım. Bunun başka şifreleri olması gerektiği gibi bir sezgiyle yola çıktım. Kısacası ironik bir dille anlatırsak, halkımızın bu işte hiç suçu yok muydu, gibi bir çıkış noktası vardı diyebiliriz… Ta Fetret Devri’nden beri, ya da Celalilerden beri bir güce biat etme geleneği var Anadolu’da.

Bunun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik temelleri var kuşkusuz fakat genetik mirası var bu işin. Yani bakıyoruz, bir ülkede faşizm kurumsallaşmış, bu kurumsallaşmayı da her on yılda bir mühürlüyorlar. Fakat bundan en geniş zararı gören kesim, tepkisiz kalmayı da boş ver artık, bunun kitle desteğini oluşturmaya başladı. Bu konuda devrimci önderlikler, siyasal yapılar, üzerlerine düşeni fazlasıyla yapıyorlardı. Bu toprakların çok da aşina olmadığı feda kültürüne kadar geldi dayandı iş ama halkımız halen bu zulüm değirmenine su taşımakta ısrarlı.

Bütün suç onlarda mı?

Değil tabiî ki. Yani bu çok multi-faktöriyel bir şey. Fakat sanat da böyle bir şeydir. Bir yeri çok zorunuza gider ya da bir yeri sizi çok hırpalar, o sizin için çıkış noktasıdır. Bilimden, bilimsellikten ayıran tarafı da budur. Ayıran derken, yol-yordam olarak ayıran budur. Bilimde verilerden yola çıkarsınız, sanatta sezgilerden yola çıkarsınız. Bu sezgiler de sizi bir yere ******ürür. Tarihsel gelişim boyunca da sanatçıların yaptığı şey ya da devrimci sanatın, toplumcu sanatın işlevi biraz böyle olmuştur.

Bir görünmeyen tarafa ışık tutmak, bir soru ortaya atmak. Cevabı süreç verir. Bilimsel araştırmaların işidir ama sanat soru sorar, soru soran sanat toplumcu sanattır. Öyle yola çıktım. 12 Eylül’le derdim bu tabii. Ailemden okur-yazar olmayan anam, 70 yaşında felçli dedem dahil olmak üzere işkence görmeyen kimse kalmadı. Bu bizim kişisel hesaplaşma, gibi söylemleri sevmiyorum. Olay, bu ülkenin geleceği, yaşadığımız topraklara karşı sorumluluk, çağımıza karşı sorumluluk, o sosyalist bilince karşı sorumluluk.

Siz Beynelmilel’de 12 Eylül’le hesaplaştınız mı?

Ben 12 Eylül’ü çok baz almadım aslında. Ben bu ülkede yapılmamış bir şeyi yapmaya çalıştım, yok bugün yaptım, gibi iddialı bir cümle kuramıyorum. Beynelmilel’i şöyle okumak mümkün ya da öyle okunmasına çalıştım. Bu topraklarda yapılmış ilk anti-militarist filmdir. Buradan 12 Eylül’ü çıkarın 27 Mayıs’ı koyun, 12 Mart’ı koyun çok da bir şey değişmez. Asıl olan “Dar bir kışla mantığını, bir ülkenin sosyal hayatına dayatırsanız görün başa neler gelir”in hikâyesi.

27 Mayıs’ı katıyor musunuz 12 Mart’la 12 Eylül’ün yanına?

Tabiî ki... Benim açımdan içerik olarak, nitelik olarak pek bir farkı yok. Ben böyle düşünüyorum. Çünkü olaya sınıfsal bakmak gibi bir derdimiz var bizim. Şimdi 27 Mayıs’ta ilerici ordu, gerici ordu gibi tanımlamalar sınıfsal değil. Bunun dayandığı bir şey var: Emperyalist sistemin çok yönlü organizasyonunun somuta ermiş bir halidir. Onun finalize ettiği, yönetemez duruma geldiği yapısal dönüşümleri gerekli gördüğü hallerde başvurduğu argümandır. Bütün yeni tip sömürgelerde böyle bir şeyi vardır. Onun için 27 Mayıs’ta 3–5 ilerici tandanslı (eğilimli –bn-), tabi tırnak içinde, ilerici adamın olması, ya da göreceli olarak daha çağdaş sayılabilecek bir anayasa formüle etmeleri falan, bunu ilerici yapmaya yetmiyor.

Mesele gayet net; Kimin adına yapıyordu, halk ve yoksullar, işçi sınıfı ne kadar bunun içindeydi ve bunların cevabı, kimin nerede olduğunu, nasıl olduğunu, ne ile görevlendirildiğini kavratmaya yeter. Ve aynı şekilde düşülen başka bir yanlış da olayın tutuklama boyutu, idam boyutu, kitleselliği falan gibi sonuçların üzerinden gitmekti. Biz de öyle gitmemeliyiz diye düşünüyorum.

12 Eylül’ü 27 Mayıs’tan ayıran ana en temel bir şey vardır. 27 Mayıs bir toplum mühendisliğine soyunmamıştır. Yönetenler, o dönemin oligarşisi, o zaman böyle bir deneyime ve birikime sahip değildi. Hele ki sınıfsal denge de buna çok izin vermiyordu. Ama 12 Eylül, emperyalizmin bu toplumun 100–150 yıllık geleceğini planlamak, dayatmak ve kemikleştirme planı gibi bir farkla gelmiştir. 12 Eylül’ü 27 Mayıs’tan ayıracaksak burasından ayırmak gerekir.

Peki şu son dönem 12 Eylül’le ilgili filmlerin çoğalması, sizin filminiz de dahil olmak üzere 12 Eylül’ü gerçekten insanlara anlatıyor mu? Diyelim ki Zincirbozan adlı film 12 Eylül’ün gerçeklerini mi aktarıyordu, yoksa ezber mi bozuyordu?

Şimdi bir sanat eseri için tek başına bu kadar fazla bir anlam yüklemek gerekmez. Onu kanırtmış olursun. Böyle bir gücü yoktur. Bir filmle ya da birkaç filmle ülkeyi kan-revan bir vahşet yerine döndürmüş bir yapıyla bir film hesaplaşamaz. 12 Eylül bugün kurum ve kurullarıyla halen devam etmekte. Bununla hesaplaşmanın en etkili yolu, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması, bunlardan bu ülkede kıydıkları canların ve sebep oldukları zaman yitiminin, insan yitiminin hesabının sorulması. Bu sorulmadan hiçbir şey, böyle bir hesaplaşma gibi anlam içeremez.

Ama bu filmlerin sadece şöyle bir faydası olursa işlevini yerine getirmiştir gözüyle bakabiliriz: Bugün 27 yaşında olan bir genç 12 Eylül olduğunda yeni doğmuş. O gün doğanlar bugün 27 yaşında ve sistemin bunları aptallaştırma, depolitize etme politikalarının bir sonucu olarak kimse soru sormuyor, kimse bu ülkenin sosyal hafızasında yaratılan tahribatı sorgulamıyor... Biz 3 tane gence bir soru sordurursak, işlevini yerine getirebilmiştir gözüyle bakabiliriz. Fakat şöyle de bir şey var. Buna yaklaşımdaki samimiyet çok önemli. Yani siz içinden 12 Eylül geçen film yapıyorsanız buna namuslu ve samimi yaklaşmak zorundasınız çünkü çok büyük bedellere mal olmuş bir dönemden bahsediyorsunuz. O dönem mücadele eden, hayatını, sağlığını, yakınlarını kaybedenlerin anılarına en küçük bir saygısızlık, bir saç teli kadar incinme içerirse yazık olur, ayıp olur, günah olur, çirkin olur. Ölçü bu olmalı, yoksa yanlış anlatmış, eksik anlatmış, fazla anlatmış bu önemli değil.

Olaya ne samimiyetle yaklaşmış? Olaya bir tüccar olarak mı yaklaşmış, olaya namussuzca mı yaklaşmış; yoksa gerçekten bir derdi var 12 Eylül’le ve tüm bu uygulamalara bu mantıkla mı yaklaşmış Kriter biraz bu olmalı. Ben kendi adıma olayın dramaturgisi, reji anlayışı vs. buralardaki çapakların hiç üzerinde durmadım ama hikâyenin insanlara geçiş biçimi, duygusunun geçiş biçimi anlamında genelin anısına bir saygısızlık etmeme, bilerek ya da bilmeyerek, stresi ömrümü bitirdi. Yani çok attığım sahneler oldu. Bu şöyle anlaşılabilir; bundan incinen olabilir, bunu ben böyle anlatmayı tasarlamamıştım ama yani oyuncu bunu kavrayamaz, reji bunu besleyemez bir anda malzeme elinden çıkar ve herkes bizi dövüyor bir de biz, bizi dövenlerin kervanına katılmayalım gibi bir kıbleyi elden bırakmamaya çalıştık...

Diyarbakır’da, oyunculardan Nazmi Kırık’la birlikte yaptığınız söyleşide bazı sahneleri attığınızı söylemiştiniz, onlar bu bahsettikleriniz mi?

Hayır. Onlarda bunun dışında şeyler var. Şimdi siz bir yapımcıyla çalışıyorsunuz ve bu ülkede sektör maalesef henüz rüştünü ispat etmemiş, ilk filmini çeken bir adam için çok da size bağımsız bir hareket alanı vermiyor. Ve bu süreç karşılıklı bir mücadeleyle geçiyor.

Pazarlık diyebilir miyiz buna?

Pazarlık değil aslında. Pazarlık çirkin bir kavram ve onlara da haksızlık olur. Öyle bir yaklaşım değil bu. Hukukçulara izlettiriyorlar, “Bu halkı askerlikten soğutmaya girer; bu genelkurmayı, silahlı kuvvetleri alenen tahkir, tezyif e girer; bu 301’e girer” dediğinde bunun sorumlusu yapımcı aslında. Yani siz yönetmenle senarist olarak bunun sorumluluğunu almıyorsunuz. Yapımcı direk yargılanıyor böyle bir durumda. Hatta onların alacağı ceza bizimkinden biraz daha fazla. Hal böyle olunca bir zekâ gerekiyor bunu aşmak için. Ya derdinizi anlatacaksınız ve böyle bir mahkeme tuzağına düşmeyeceksiniz, ya da o sahneyi koymayacaksınız. İşte Nazmi’nin bahsettiği atılma sahneleri, bu tür hukukçuların verdikleri rapor sonucu yapımcıyla aramızda yaptığımız konuşma üzerine atılan sahnelerdir.

Peki neden mizah ağırlıklı bir senaryo? Neden mizahı seçtiniz? Şimdi şöyle bir durum var: Yahudilerin çektiği acıları mizahı dille anlatan güzel bir film vardı: “Hayat Güzeldir” adında. Filmden sonra Yahudi cemaati bu filmi müthiş eleştirmişlerdir, acının mizahı olur mu diye...

Olur. Çünkü mizah dünyanın en muhalif dilidir bir kere. Eğer sen cıvık bir komedi tuzağına düşmezsen... Dünyadaki bütün diktatörleri ilk önce mizahçılar şebeğe çevirmiştir. Mizah, hele bu topraklarda sözlü, yazılı mizah, muhalefetin daima odağı olmuştur. Muhalefet önce dalga geçmekle başlar. Bir bu anlamda mizahı kullandım. Bir de şöyle bir yan var; çok böyle mizaha yaslanmış bir yapı değildir Beynelmilel. Fakat resmin kendisi yeterince absürt (saçma –bn-) olduğu için insanlara böyle bir duygu geçer. Birçok gülme sahnesini yazarken veya çekerken, bunlar içimi çok acıtan sahnelerdir ama insanlar gülüyor; buna yapacak bir şey yok.

Yani şimdi kimin neye güleceğini bilemezsin. Dünyada bütün insanlar ortak şeylere ağlarlar. Ayrılık acısı ağlatır, ölüm acısı ağlatır, fiziksel acı ağlatır falan ama ne kadar insan varsa o kadar farklı gülme biçimi vardır. Yani senin güldüğüne ben gülmem, benim güldüğüme sen gülmezsin. Benim ağlayın diye yazdığıma biri güler, yani o anlamda da çok zor bir iştir mizahla anlatmak. Şimdi bu anlamda Nasreddin Hoca’lardan, Bektaşi’lerden bahsettim, Hacivat-Karagöz’den Aziz Nesin’e kadar uzanan bir mizah damarı var bu ülkede. Bu öyküyü özellikle bu şekilde anlatmayı, böyle ironik bir şekilde anlatmayı baştan beri tercih ettim.

Çünkü aslında bunlara her şeyi yaptık, bir tek dalga geçmedik, yani bunlarla biraz da dalga geçilmeye ihtiyaç vardı. Bunlar halen kadri-mutlak adamlar, böyle çok kerametli adamlar gibi algılanıyor çok yaygın bir çevrede. Bunların aslında çok ot kafalı adamlar olduğunu ve büyük bir organizasyonun sıradan çapulcuları, maşaları olduğunu, kafalarının böyle bir organizasyona yetmediğini bir şekilde göstermenin bir yoluydu ironiyi kullanmak. Onun için özellikle seçtim. Biz acılarımıza da gülümseriz, aslında bizim yas tutma geleneğimizde de daima bir hüzün vardır. Hüznün içinde de bir ironi daima yer alır diyalektik baktığımızda.

Peki Sırrı Bey, sinema neyi ifade ediyor size? İzleyici koltuğundan kalktınız ve yönetmen koltuğuna oturdunuz. Bundan sonra neyi hedefliyorsunuz, sinemadaki amacınız ne?

Ben sinemada “politik sinema” yapmaya niyetliyim. İlk film benim için biraz rüşt ispat etme operasyonuydu. Yani ben sinemayla, okullu ya da alaylı, hiçbir ilişkisi olmayan bir adamım ama anlatmayı düşündüğüm, dert ettiğim bir şeyler var. Onun için, Türk sinemasında da bu cesaret yok, yani herkesin aklı buna eriyor ama kimse bu sularda yüzmeyi tercih etmiyor. Bunu yapan insanlar var ama yani genel eğilim olarak bu çok yaygın değil. Oysa ki Türk sineması, sosyalist bir kültürden beslenen insanların çoğunlukta olduğu bir alan.

Fakat bir Hollywood pespayeliği, ona öykünme, bu topraklara ecnebi kalan hikâyeleri anlatma; başkalarının derdi, başkalarının itirazı üzerinden bir sinema anlayışına doğru kayıyor bu ülke. Ben burada bu ülkenin tarihiyle ve kendi hikâyesiyle yüzleşmeden sanatsal anlamda hele sinemada çok da düzgün bir yerlere gidemeyeceği düşüncesinde olan birisiyim. Onun için böyle bir çizgide sinema yapmaya niyetliyim. İkinci film olarak Maraş Katliamı’nı anlatacağım iki çocuğun gözünden. Bu ülkenin tarihinde önemli bir dönemeçtir, ben böyle düşünüyorum.

Ne aşamada?

Şubat’ta çekeceğim. Şimdi senaryosunu yazıyorum. Bitirdim sayılır. Şimdi ortalığa düşmüşüm, yapımcı aramakla meşgulüm. Sinema pahalı bir iş.

Biraz da bıçak sırtı bir konu.

Bıçak sırtı bir konu ama bugün artık benim de Beynelmilel’den edindiğim bir deneyim var. Çok önemli bir okul… Sinemada anlatım yetkinliği sadece tecrübeyle gelişebilen bir şey. Onun için Beynelmilel’de beceremediğim yerleri de hesaba katarak ve bundan bir ders çıkararak Maraş’ı yapmaya niyetliyim. Projenin adı “Süttozu” olacak. Amerikan yardımını, bir süttozu metaforu üzerinden, Maraş Katliamı’nı bir yoksulluk hikâyesiyle beraber anlatacağım.

“Politik sinema” dediniz. Bu ülkede bir Yılmaz Güney var öne çıkan bu konuda. Ancak politik sinema örnekleri diye çekilen filmler, 12 Eylül’le ilgili filmler üzerine sorduğum soruyla da bağlantılı aslında, bu tür filmler sanki hafızaları silmeye ya da var olan gerçekleri çarpıtmaya dönük filmler oluyor. Yani olay yine geliyor sınıfsallığı dayanıyor. Sinema tekelleri giriyor devreye.

Ama bir Yılmaz Güney örneği var yine de. Kendi adıma söyleyeyim, zibilliğine bile gücümüz yetmez. Böyle de bir örnek var önümüzde. Türk Sineması diye bir kavram yoktur aslında. Dünyanın hiçbir sinemasını etkilememiştir, hiçbir ülke sinemasını etkilememiştir, hiçbir ülke sinemasından da etkilenmemiştir. Dolayısıyla Türk Sineması denince akla pek bir şey gelmez ama Yılmaz Güney Sineması var bu ülkede yani. Kayda değer, uluslararası literatürde sözü edilen, yeni-gerçekçilik dediğimiz akımın en önemli temsilcilerinden, mimarlarındandır. Kendi okulunu, kendi ekolünü kendisi yaratmıştır.

Örneğin İran sineması Yılmaz Güney’den etkilenmiştir. Arjantin’de, Şili’de Yılmaz Güney İzlekleri oluşmuştur, ona adanan filmler vardır. Şimdi biz bu toprakların çocuğuyuz ve Yılmaz Güney benim hemşerim ve Yılmaz Güney yapmışsa bizim mazeret üretmemize gerek yok. Kendimi onunla aynı kaba koymak gibi bir densizlik değildir bu fakat bir hoca, bir usta, bir idol ve bir yoldaş olarak benim önümde böyle bir örnek vardır. Büyük bir zenginlik… Bundan her türlü dersi çıkarmak mümkün, adam olana...

Ben Adana Altın Koza’da en iyi film, en iyi senaryo falan ödülünü aldığımda, bu ödülleri Yılmaz Güney’e adadım. “Sinemada ustamdır.” dedim, “taklit ediyorum.” dedim. Hiç öyle iddialı cümlelere gerek yok, “Onu taklit ediyorum.” dedim. Siyaseten yoldaşımız, büyük devrimci. Şimdi bir niyet sahibi, bir iddiası olan kişi, ameller niyete göre belirlenir derler ya, biz birbirimizi, kendimizi kandıramayacak kadar zeki ve donanımlı insanlarız. Niyet nedir? Bu ülkede yoksulların, işçi sınıfının, ezilenlerin, sosyalistlerin derdini bir anlatmak lazım. Anlatabilirsin. Birazcık öfke bu iş için yeter. Sinemanın endüstriyel bir sektör olduğu, bugün kendi içinde çok gaddar, çok kanlı bir işleyişi olduğu, bir değirmen gibi öğüttüğü, kültür emperyalizminin, Amerikan dağıtım tekellerinin bire bir kangren ettiği bir yapıdan bahsetmek mümkün. Mümkün değil, böyledir yani.

Fakat birazcık zekâ, birazcık diyet; Beynelmilel bu işin diyetidir işte. Yani Beynelmilel’de olmayan şeyler, benim ikinci, üçüncü filmleri yapabilmem uğruna iskonto ettiğim şeylerdir. Ben bunun derdi ile yatıp kalkıyorum artık. Eğer ikincide, “Yahu burada eğip bükmüşsün meseleyi ama şimdikinde ortaya böyle de bir iş çıkarmışsın”ı dedirtemezsem çok yüzeysel bir şey yapmış olurum. O vakit git daha genel geçer şeyler yap. Benim bütün derdim biraz sinemasal bir zekâyla ve sınıfsal bir bakış açısıyla burada bir yer aralamak... “Burada biz de varız ve bizim de dertlerimiz var. Bizim dertlerimizi de yalnızca biz anlatırız. Kendimizle de - size gerek yok.- İcap ederse biz dalga geçeriz.” gibi bir anlayışı taşıyorum kafamda...

“Rehberim Yılmaz Güney” diyorsunuz politik sinema alanında.

Diyalektik bakış açısı, Yılmaz Güney’in yaşam tecrübeleri... Böyle özetlenebilir.

Peki politik sinemanın Türkiye’deki şu anki konumu hakkında ne diyeceksiniz? Var mı böyle bir sinema?

Var tabii ama biz seyirciyle buluşabilenlerden ancak haberdar oluyoruz. Yoksa bunu kendine dert eden genç, yetenekli, benden yetenekli bir sürü insanla tanışma fırsatım oldu. Ama bizim, sistem sadece seyirciyle buluşanları akredite ediyormuş gibi durduğu için, bundan haberimiz yok. Böyle Beynelmilel ve benzeri çalışmalar biraz bu arkadaşlara da yol açıcı olacaktır. Yani onlar da bakacaklar “Yahu bu Sırrı’nın sinemayla seyirciliğin dışında bir ilişkisi yok. Kafaya takmış gitmiş, bir senaryo yazdı, bir film çekti.

Biz şimdi bunun okulunda okuyoruz, biz niye yapmayalım?” duygusunu verecektir. Giderek bu işler imece usulüyle birbirini bulacaktır. Bu bir yoldur. Latin Amerika’da ev sinemaları başladı. İnsanlar bu sistemin içine girmemek adına imece usulü bir araya geliyorlar. Biri ışığını tutuyor, biri kamerasını tutuyor, biri çıkıyor oynuyor ve 10–15 kişilik ev toplantılarında bunu televizyondan izliyorlar. Bu da bir yol. Ama yeter ki bir ispat-ı vücut et, “Ben buradayım, böyle bir niyetim var” de. Ondan sonra başka bir yerde böyle bir niyeti olan insanlar giderek birbirlerini bulacaklardır.

Saçma sapan, kariyerist, popülist, böyle egoların yüksek olduğu bir anlayış, bize göre bir anlayış değil. Faydası da yok ayrıca. Bizim bir derdimiz var. Derdi olan insanlar giderek işte birbirini bulacak, ya da aradan sıyrılanlar ikinci işlerini biraz daha rahat yapacaklar gibi.

Peki böyle bir ülkede önünüze çıkacak güçlükler neler?

Mesela Tarsus’ta linç ediliyorduk biz miting sahnesini çekerken. “Bunlar 12 Eylül filmi çekiyorlarmış, falanmış filanmış” diye toplananlar oldu. Bir kere toplumda gelişen, artık buna linç histerisi diyelim, kültür demek biraz ayıp olur, kenarından köşesinden de kültür sözcüğünü kullanmamak lazım. Onun ötesinde güçlükler, yapımcıyla olan ilişkiler de had safhada. Yasal düzenlemelerle başımız bir hayli dertte.

Bu dağıtım ağındaki tröstleşme ve dağıtımın Amerikan tekellerinin elinde, kontrolünde olması önemli bir engel. Güçlükler hesap ederek hiç yola çıkılmaz. Beynelmilel 14 tane uluslararası festivalden davet aldı. İçinde Moskova Film Festivali’nin, Tokyo Film Festivali’nin, Barselona Politik Filmler Festivali’nin olduğu 14 festival. Bunun 8’inde ana yarışma bölümüne kabul edildi. Bu bir aradan sıyrılmadır. Ondan sonra tamamen uluslararası ölçekte işler yapabilirsin. Yani biraz güçlükleri aşmanın yolları var. Güçlükleri aşmanın yolu da, kendine ve derdine karşı samimiyeti elden bırakmamak. Tüccarlık işin içine girdi mi zaten elden çıkıp gidiyor. Şöyle bilgi vereyim: Ben bu filmden, sırf çekilebilsin diye senaryo bedeli, yönetmenlik parası vb. hiçbir şey, bir kör kuruş talep etmedim. Yani bu ekibin içinde, bu duyguyla yer alan en az 8–10 tane de arkadaşım oldu, destekleyen insanlar oldu. Yani bir müddet sonra giderek bağımsızlaşma, yani bağımsız sinema yapabilir duruma gelebilme, politik sinema yapmaya niyetliyseniz kesinlikle bağımsız çalışabilecek koşulları oluşturmanız gerekiyor. Beynelmilel de benim için bunun ilk adımıdır, eksiğiyle-fazlasıyla.

Peki şu anda konjonktürel durum içerisinde sinemamızın durumu nedir? Yani son süreçte ortaya çıkan yeni yeni yönetmenler var, buna siz de dahilsiniz. Kimileri diyor ki sinemamız öldü, kimileri de diyor ki yeni yönetmenler var, bir umut ortaya çıktı. Bunlarla büyüyecek sinemamız, gelişecek. Siz ne diyorsunuz?

Sinema ölmez, sinema giderek demokratikleşir. Çünkü artık bir dijital kamera edinebilen ve bir bilgisayarı olan herkes iyi kötü bir film çekebilir. Bu yönüyle bir demokratikleşmedir. Ama insanlarla buluşma anlamında kapitalist pazar sistemi ve onun yasaları, şimdilik gaddar bir şekilde bu çarkı öğütüyor kendileri lehine. Sinema henüz dünyada yüzyıllık bir serüveni olan bir disiplin.

Ama bakıyoruz ki teknolojide her türlü gelişimi alan, kendisine uyarlayan falan bu yönüyle devrimci bir disiplin. Ama bu hikâyeleri, bu disiplini sizin nasıl neye kullandığınızla da çok yakından alakalı. Sinemanın 34 milyon girişi var. Yaklaşık 11 milyon seyirci olduğu yani kimisi 3 kere gidiyor kimisi 1 kere gidiyor; 10–11 milyon sinema izleyicisi olduğu düşünülüyor. Hiçbir mecrayla, hiçbir argümanla bu kadar yaygın insana ulaşamazsınız. Bu anlamda sosyalistlerin kesinlikle arkalarını dönmemeleri gereken ve dikkatle eğilmeleri gereken bir alan. Bugün bir film 300 bin, 500 bin, 1 milyon neyse bir seyirciyle buluşuyor. Ondan sonra DVD’leri çıkıyor, sonra televizyonda yayımlanıyor gibi... Ve sonra bir asır kalıyor işte. Biz halen yüzyıl önceki filmleri nasıl izleyebiliyorsak öyle işte... O anlamda sinemanın gücüne çok inanan birisiyim. Zaten bu güce inanmasam roman olarak devam edeceğim.

Romanı ne zaman okuyacağız?

Romanı, Maraş’ı da çekeyim ondan sonra. Bir yıl, iki yıl hem okuma hem yazma gibi bir ara vereceğim. İki yıl sonra bu romanı, hem de yeni deneyimlerimin ışığında ortaya çıkaracağım.

İsim yine aynısı mı olacak?

Evet, isim yine aynı olacak: “O Tozlar Bu Çamurları Getirdi”

Bizim söyleyeceklerimiz, soracaklarımız bu kadar Sayın Önder. Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz. Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Tavır, ta 80 öncesi yıllardan içinde olduğum, okuyucusu olduğum bir anlayışın dergisi. Bugün içinde olmasam bile yakın dostları arasındayım. Onun için bütün emeği geçen, omuz veren bütün arkadaşlara selamlarımı, sevgilerimi ve teşekkürlerimi iletiyorum.

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...