Jump to content

Özgürlük Ne Renktir Güney Afrika’da?


ysncn_

Recommended Posts

Özgürlük Ne Renktir Güney Afrika’da?

Sevgi Duman

Bazen insan yaşadığı kötü anıları silmek ister hafızasından. Hiç yaşanmamış gibi olsun ister, sanki öyle bir olay başından hiç geçmemiş gibi. Bu masumdur ve hakkıdır her insanın... Yalnız bir de bazı olayların tüm toplumun hafızasından iradi bir şekilde silinmek istenmesi var ki, işte bunu masum görmenin olanağı yoktur. Bu konuda Hollywood ve diğer emperyalist sinema tekelleri pek mahirdir. Tarihte yaşananlar ya çarpıtılır, yüksek bütçeli, bol starlı filmlerde, ya da açıkça yalan söylenir, insanların kafası karıştırılır, kandırılır.

Güney Afrika ve orada uygulanan Apartheid (ayrımcılık –bn-) rejimi üzerine çok film yapıldı bugüne kadar. İçlerinde elbette gerçekleri aktarma amacı taşıyan iyi filmler de vardı ancak, Vietnam konusunda çekilen filmler nasıl çoğunlukla gerçekleri saptıran ve yalan söyleyen filmlerse, Güney Afrika için çekilenler de çoğunlukla öyle olmuştur. Irkçı-kafatasçı-faşist rejimde yaşananlar çoğunlukla yüzeysel olarak ele alınmış, dünya üzerinde en büyük acıların yaşandığı ülkelerden birindeki gerçekler bugüne kadar doğru dürüst gösterilmemiştir. Bille August’un, Nelson Mandela’nın yaşamının bir kesitini anlattığı “Goodbye Bafana”( İthalatçı firma, bu filmi “Özgürlüğün Rengi” adıyla gösterime sokacak.) adlı filmi de bu kategorideki filmlerden biri olarak geçecek sinema tarihine.

Bu aralar bir unutma/unutturma faaliyetidir gidiyor zaten. Ya da çarpıtma, gerçekleri bilinenin tam tersi olmuş gibi gösterme faaliyeti… Bille August, James Gregory’nin aynı adlı eserinden yine James Gregory ve Bob Graham’ın senaryolaştırdığı “Goodbye Bafana” ile bu görevi üstlenenlerden biri olmuş sanki. Filmle aynı adlı eserin ve senaryonun yazarı James Gregory, sonradan Güney Afrika cumhurbaşkanı olacak olan, Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’nin lideri Nelson Mandela’nın, 28 yıl sürecek hapislik yaşamının neredeyse tamamında en yakınında bulunmuş bir gardiyan… “Goodbye Bafana” adlı kitabını, birebir kendi hayatından derlediği anılardan oluşturmuş. Yalnız Nelson Mandela, James Gregory’nin kitapta yalan söylediğini belirterek kendisini mahkemeye vermiş.

Bu bilgilerin ışığında ortada gerçekten güvenebileceğimiz tek isim Nelson Mandela. Mandela, Gregory’nin yalan söylediğini belirtmişse de, bu yalanların neler olduğunu şu an için bilemiyoruz. Bizim filmden aldığımız ana mesaj, yine bir şeylerin unutulması/unutturulması propagandası.

Nelson Mandela’nın 28 yıl süren hapishane yaşamının anlatıldığı Özgürlüğün Rengi’nde, arka planda işgalci ve azınlıkta olan “Beyaz”ların, Apartheid gibi ırkçı-kafatasçı-faşist bir rejimle, çoğunluk olan siyahlara işkence-baskı-zulüm ve katliamı reva gördüğü Güney Afrika tarihi de anlatılsın istiyor insan ama ne yazık ki bunu göremiyoruz. Neden göremediğimizin o kadar çok cevabı var ki, hangi birini sayalım? Bir kere ırkçı-faşist yöntemlerle Siyahlara yapılanlar unutulsun, kimse o kötü günleri bir daha hatırlamasın, kardeşlik (!), dostluk (!), barış (!) vesaire bozulmasın... Adalet mi? İşte Mandela salıverildi ya canım, Siyahlar artık kendi başkanlarını seçebiliyorlar daha ne istiyorsunuz, bundan ala adalet mi olurmuş... Bunlar vaaz ediliyor gerçekten Özgürlüğün Rengi’nde.

Film, gardiyan James Gregory’nin gözlemleri üzerine oturtulduğu için, daha çok onunla ve ailesiyle haşır neşir oluyoruz. James’in ve onun en az kendisi kadar hırslı ve de ırkçı eşi Gloria’nın nezdinde “Beyaz”ların “Siyah”lara nasıl baktığını, onları nasıl da cani-terörist (Bu tanımlama hiç de yabancı gelmiyor bize; dünyanın neresinde olursa olsun, özgürlüğü uğruna savaşanlara hep aynı şekilde hitap ediliyor gerçekten) olarak gördüğünü anlıyoruz.

Filmin genelinde ise Mandela’nın yanında kalmanın getirdiği bazı avantajlardan kaynaklanan, James’teki olumlu (!) değişiklikleri, kısmi insani değerlere yeniden sahip olmasını izliyor; kendi ihbarıyla Mandela’nın oğlunun ve onun diğer arkadaşlarının katledilmesinden dolayı üzüntüsüne(!) tanık oluyoruz. James’i oynayan Joseph Fiennes artık bilerek mi yapıyor, yoksa başka bir nedeni mi var bilinmez; üzüntüsünde de, ağlamasında da hiç inandırıcı değil. Mimiklerinde, jestlerinde çok açık bir sahtekârlık hissediliyor.

İhbarcılığını, ihbarları sonunda nelerin olduğunu çok uzun yıllar sonra Mandela’ya da itiraf ediyor James. Çok dolaylı olarak af dilerken bile Beyaz olmanın getirdiği üstünlükle kuyruğu dik tutmanın derdinde oluşu, gerçekten mide bulandırıcı. Mide bulandırıcı çünkü biz biliyoruz ki, Güney Afrika’da Siyahların yaşadıklarının karşılığı, işkence-katliam çarkının bir dişlisi olan beyaz bir gardiyanın gözlerinden zoraki akan iki damla gözyaşı değildir, olmamalıdır. Hiçbir şey, hele hele Güney Afrika’da Siyahların yaşadıkları, kolay kolay unutulmamalı. Mandela filmde James’i affediyor. Umuyoruz ki Mandela’nın, James hakkında “Yalan söylüyor” dediği şeylerin arasında bu da olsun. Diliyoruz ki, Mandela yaşadıklarını, kendine yaşatılanları, halkının yaşadıklarını unutmuş olmasın. Düşünün, 1600’lü yıllarda, sırf gemileriniz ve silahlarınız var diye, kalkıp denizler aşarak Afrika gibi kocaman bir kıtayı işgal ediyor, Siyahların topraklarını, yeraltı-yerüstü zenginliklerini gasp ediyor, bir de oradaki insanları, o toprakların gerçek sahiplerini köleleştiriyorsunuz. Ve yüzyıllarca sömürüyor, sömürüyorsunuz… İşte derileri sırf Siyah diye, tek suçları(!) Afrika kıtasında yaşamak olan Güney Afrika’nın gerçek sahibi olan Siyahlar da önce Flemenklerin, Hollandalıların, sonra da İngilizlerin işgaline uğramış, köleleştirilmişler. Sonradan ANC önderliğinde silahlı direnişe geçen Siyahların lideri olan Nelson Mandela, ırkçı Beyaz yönetim tarafından, terörist olduğu gerekçesiyle ömür boyu hapis cezasına çarptırılıyor. İşte “Beyaz adalet!” budur. Daha doğrusu işgalcinin adaleti bu kadardır. Katledilen, kaybedilen, işkence gören, on yıllarca hapis cezası alan, Beyazların verdiği kırıntı düzeyindeki olanaklarla bir hayvan gibi yaşamaya zorlanan Siyahlar, filmde Mandela’nın dediği gibi ve son derece haklı olarak silahlı direnişe başlıyorlar. Sorgulanması, yargılanması, hesap sorulması ve mahkûm edilmesi gerekenin işgalcilik ve işgalcilerin ırkçı-faşist Apartheid politikaları olduğu bu kadar aşikârken, Özgürlüğün Rengi’nde bu yoktur. Şu an için Siyah çoğunluk, belki kendi başkanını seçiyor ve Beyazların haklarına sahip bir şekilde yaşıyor ancak ortada bir de tarih var, yaşananlar var, gerçekler var… Bunlar anlatılmasın mı, bunlar yok mu sayılsın, ya da James Gregory gibi sahtekârlarca çarpıtılsın mı? Sorun bu kadar sadedir. Cevabını da bu konuda samimi olan sinemacılar verecektir. Tabii ki, Bille August gibileri değil… Bille August, Hollywood’un ve dünyadaki diğer emperyalist sinema tekellerinin dönem dönem toplumsal hafızayı silmeye yarayan, bir tür hafıza silme tuşu olan filmlere imza atan yönetmenlerden biri konumundadır çünkü. Fatih Pelle ve Les Miserables (Sefiller) gibi güzel filmler yöneten August’u, tarih affetmeyecektir herhalde. Tabii Güney Afrikalılar da… Beyazlar hariç!

Bunca tarih konuştuktan sonra, filme bir de sinematografik açıdan bakarsak; üzerinde çokça söz edilecek gibi bir film değil Özgürlüğün Rengi… James Gregory’i canlandıran Joseph Fiennes de, 24 adlı dizi filmin ABD Başkanı olarak tanınan ve filmde Nelson Mandela’yı canlandıran Dennis Haysbert de ve filmin diğer oyuncuları da vasatın üzerine çıkamıyorlar. Çarpıcı planlar, olağanüstü mekânlar da yok filmde.Daha önce Richard Attenborough’un yönettiği siyahî halk önderi Steve Biko’nun yaşamını anlatan Cry Freedom (Özgürlük Çığlığı)’un ve birkaç eli yüzü düzgün filmin ciddi biçimde üzerine eğildiği Güney Afrika sorununun içi, bu sabun köpüğü filmle boşaltılmaya çalışılmış. Yine de çeşitli yarışmalardan ödüllerle döndüğünde şaşmamalı çünkü nihayetinde tekeller belirliyor ödülleri kimin alacağını da.

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...