Jump to content

Maviye…


ysncn_

Recommended Posts

Maviye…

alpe.jpg

A. Alper AKÇAM

Bir saattir kıyıdayım. Tam karşımdan denize iniyor güneş. Dalga dalga kabaran denizin içinde bir süre yıkanıp yeniden çıkıyor. Islak, uçucu, gelip geçici… Şimdi var, az sonra yok olacak.

Açıkta sular ve bulutlar yanıyor. Denizin üstü, küçücük çırpıntılarla, sarılı kırmızılı alev yalımları gibi parlayarak akıyor bana doğru. Koşuyor… Derinlerde duralayan mavi su kütlesiyse, hem küskün hem küstah bir sevgili gibi, uzaktan bakıyor.

Nerede, kimi kırdım ben?

Denizin altıyla üstünü zamkla yapıştırmışlar sanki de, bazı yerlerde kopmuş birbirine yapıştırılanlar… İlkokul üçüncü sınıfında, boyaları karakalem çizgilerinden taşmış bir çocuk resmi asmışız duvara. Bütün resimler parçalanmış gözümde. Dışarıda, sokağın parke taşlarında şakırdayan at nalı sesleri… Sıra arkadaşım Hasan’ın faytoncu babasıyla bakımsız dor atı geçiyorlar sınıfın buğulanmış pencerelerinden. Sırtı yaralarla kaplı atın… Az sonra durduğunda başına geçirilecek yem torbasına arpa konmamış. Samanla kendini doyurmaya çalışırken terli hamudun vurduğu yerlerde açılmış yaralarının üşüdüğünü duyumsayacak at… Birkaç yıl sonra, iyice güçten düştüğünde de kırlara bırakılacağını düşünecek belki. Ne kadar kaçarsa kaçsın, günün birinde aç kurtlara yem olacağını sonra…

Geçen yıl kanserden ölmüş Hasan. Dingili gevşemiş faytonun tekerlekleri yalpalayarak dönüyor. Bütün sesler dağınık yankılar buluyor içimde.

Bütün pencereleri buğulanmış hayatımın.

Dalgalar art arda geldikçe üstüme, her bir dalga, çocuksu bir oyunda birilerinin üzerine haylazca boşaltılmış bir kova berrak su oluyor, önüne kattığı ıslak çakılları kovalıyor karaya doğru. Tam kendi de kopup o büyük su kütlesinden, kıyıya, yanıma çıkacakken, duruyor, o durduğu yere birkaç avuç köpük bırakıp geriye kaçıyor, yeniden mavimin yanına, uzaklara gidiyor. Küskün, küstah… Kaçarken de, oyundan atılmış bir çocuğa bakar gibi bakıyor bana. Ben, kıyıda, yalnızlığımla, çocukluğumdan çok uzak kalakalıyorum. Oyunsuz kalmış, tüm çocukluğu bombalanmış insanlığın içinde bırakıyor beni. Ezilmiş, örselenmiş, mavisiz… Çocukluk düşlerimden yüz yıllarca uzakta…

Her gün yeni cinayetler işliyoruz, hep birlikte.

Mavi gözlüydü sevgilim.

Bir daha hiç çocuk olamazdım.

Yapıların arasından gelen o inlemeyi duymuştum bir kez; duramazdım…

İkinci sıradaki evin bahçesinden geliyor olmalıydı inleme. Nedense hep bu saatlerde duyarım inlemeleri. Belki kısacık ömürden kopup gitmekte olan bir günün hüznü beni böyle duyarlı kılar, belki evrendeki her şey güneşten ayrılırken benim gibi ağlamaklı olur… Yalnızca güneşten değil ya, güneş gidince kararan maviden – ah ah o maviden hele- kendi karanlık derinlerine katlanıp uykuya varan topraktan, boyunlarını büküp bir sabah sonrası için güneşi beklemeye koyulan çiçeklerden, bir süre sonra seçilmez olacak, koyun karşı yakasındaki yüksek dağların başını bekleyen, yer yer etekleri tutuşmuş pamuksu bulutlardan, nereden, neden, ya da kimden ayrılsam böyle olurum işte…

“Ölüm ile ayrılığı tartmışlar/ elli dirhem fazla gelmiş ayrılık…”

Canım yanıyor. Mavişimden çok ayrıyım. Hiç buluşmadık ki!

Karanın içlerine yürüdükçe, evlere doğru yanaştıkça, basbayağı artıyor, iyice duyulur oluyor inleyen ses. Ağladı, ağlayacak birisi; öyle içli, öyle acılı ki…

Gök bulutlandı yine. Yağmur yağdı yağacak. Havalar da epeyce soğudu.

Mavi gözlüm buralardan gideli çok oldu.

Güneşin tepede olduğu öğlen üzerleri bitirim delikanlıların denizin içindeki dubadan gösterişli atlamaları da kesilir birkaç gün sonra. Deniz bitti kentliler için. Daha doğrusu, kimliklerinde bir yer adı yazmayanlar için… Uç verdi dönüşleri. Dönsünler… Hayatı bir mevsim için tümden eğlence bilir onlar. Buraya gelince kopup giderler, zaten yarım yamalak kalmış ruhlarından. Ne arsızlıklar, ne şamatalar; sabahlara kadar… Deniz kıyılarında içilip atılmış bira şişeleri, sarhoş yalpalamaları, en kötüsü de kusmuklar… Denizin bedenini kesip ruhunu kanatmaya çıkmış fiyakalı yarış motorları, otomobil kornaları, diskotek çılgınlıkları, sanki başka bir gezegenden çıkagelmiş gençlerin bitip tükenmeyen haylazlıkları; tümü kalkacak yakında üstümüzden. Biz bize kalacağız sonunda. Yalnız…

Yalnızca mavi gözlüm kalsaydı…

Kimisi rengi solmuş, tahtası çatlamış ağaç kapaklarla örtülmüş, kimisine sonradan beyaz plastik panjurlar çekilmiş, ikişerli bitişik kondurulmuş yazlıkların arasındaki açık duran demir kapıdan arkaya, ikinci sıra evlerin olduğu yere doğru yürüyorum inleme sesini izleyerek. O beyaz badanalı yüksek bahçe duvarının arkasından geliyor ses…

Ses mi çağırdı buraya beni, benim içimden taşıp gelen, varlığını sezdiğim bir şeyin gerçek olup olmadığını gözlerimle görme ısrarı mı, tam ayırdında değilim. Parmak uçlarıma yükselip bahçe duvarına tutunuyorum, kendimi yukarı çekip ürkek bir bakış atıyorum içeriye. Evet! Evetlerin en ağırı, en iç acıtanı. Bir tek sözcüğe sıkışmış ölüm, ayrılık, hüzün… O kör olası gerçeklik karşımda işte: bahçenin en ortasındaki güzelim biber ağacını dibinden kesmişler!… Toprağın üstünde, çırılçıplak, beyaz beyaz kalmış gövdesinin kesik ucu…

Gözyaşları gibi dizelenmiş beyaz kesiğin üstünde berrak su damlacıkları…

İnleyen oydu. Ağlayan da… İçimdeki maviyi o da biliyordu. Benim de ağlayasım vardı.

Bakıştık ağacın kesik kısmıyla… Tanışıyorduk. Hem ayrılık, hem ölümdü onunki…

O dağlı adamın bahçesidir burası. İki yıl öncesine kadar yılda beş on gün de olsa gelir, kimi gün sabahtan akşama bahçeyle uğraşır, kimi gün koşarak iner denize, gözden yitene kadar açılır giderdi. Koyun öte ucunda, çok sevdiği, anlata anlata bitiremediği o dağlık memleketi vardır sanki. Öyle, sılasına giden gurbetçiler gibi yol alırdı denize girince; basardı kulaçları maviliklere doğru… Kıyıda kumlara yatıp güneşlendiğini, denizin içlerine uzanan o tahta iskelede güneşin kendilerine öfkesine yanıp kızarma pahasına direnen aylak adamlarla bitmeyen lakırdılara daldığını gören olmamıştır hiç. Hep bir şeylerle uğraşır, hep bir şeyleri anlamanın, düzeltmenin, yenmenin, aşmanın ardındadır.

Kesmişler güzelim ağacı. Hem de tam dibinden. Arkadaki evlerden birinin balkonunda oturulup yana doğru bakıldığında, uzaktan görülebilen denizin önünü kesermiş meğer ağaç. Görecekleri deniz, te iki kilometre ötede belli belirsiz bir düşlem, uzak bir su parçası… Maviden, denizden anladıklarından, o uzak mavinin içinde hüzünlü düşlere dalıp gittiklerinden değil, gelene gidene evlerinin deniz manzaralı oluşunu kanıtlamak istediklerinden düşman olmuşlardır ağaca. Nereden bilsinler onlar mavimin enginliğini, sevdamın derinliğini? Dağlı adamın ağacının da maviye ve sahibine vurgunluğunu… O olmadığında ona kavuşmak, hiç olmazsa uzaktan göreceği mavinin derinliğinde ondan ayrılığına ağlamak için durmaksızın boy attığını, yapraklarıyla, dallarıyla denizin mavisine doğru aktığını…

O balkonun sahipleri, o arka ve yandaki yazlıkta oturanlar, her yıl ağacını ya kesmesini, ya dallamasını isterlerdi sahibinden. Adamcağız yumuşak kalpliydi, kıramazdı kimseyi… Keskin bir testere aldı ağacın canını çok yakmamak için. Buralarda, bu sıcak kıyılarda yoktu böyle alımlı, coşkun ağaç. Usuldan, ağırdan, okşayarak keserdi dallarını. Bak güzelim, önümüzdeki yıl daha da güçlü çıkacak bu dallar, hiç kaygılanma sen, az sonra güzelce bir su bırakacağım dibine senin, komşuların önüne gelmeyecek dallarından yeşilin en yeşilini taşıracaksın… Bana bakacaksın sana her bakışımda balkonumdan… Bakışacağız yine. Eski günlerdeki gibi…

Dallama işi bitince de kesik dalları dolu gözleriyle okşarca toplar, bahçesinin bir köşesine yığardı.

Hiçbir yıl işçi tuttuğunu, bahçeyi işçiye temizlettiğini, toprağını başkasına bellettiğini görmedim. Diğer tatilcilere benzemezdi. Kendi temizler, kendi uğraşırdı toprağıyla, kendisi sulardı gece yarılarına kadar suyun akmasını bekleyip. Her yıl, iki gün, üç gün çalışırdı gün akşama… Tere kana batardı güneşin altında. Adam dinlenmeye değil çalışmaya gelir derdi komşuları. Amele ruhlu bu adam, ya da köylü parçası işte diye arkasından söylenenler de olurdu. Onun yılda o üç beş gün çalışması yeterdi bahçeye. Yıl boyu paralı bakıcılar tutulmuş, işinin uzmanı bahçıvanlara teslim edilmiş bahçelerin ağaçları, çiçekleri erişemezdi onunkilere…

Adam çok uzaklarda olsa bile ruhunun bir parçası kalmış olurdu sanki oralarda. Bahçesinin toprağı da, otuyla, çiçeğiyle, ağacıyla kavuşmak için sevdiğine, yükselip görmek için ellerine âşık olduğu o adamı, verirlerdi bereketini… Milletin ağacı yıldan yıla, üç beş santim ya atar ya atmaz boyunu… Dağlının bahçesindekiler metrelerce boy verir. Göğün mavisine karışır dalları, yaprakları.

Bu dağlıyı severdim ben. Kim demişti ki, gün gelecek, uzaklardan çıkagelmiş tatilci bir dağlıya kanı ısınacak, ben gibi deniz kokusuyla büyümüş, maviden vurgun yemiş, tatilcilerden hep uzak durmuş bir kıyı kasabalısının…

Çalışkan adamdı dağlı. Daha gün doğmadan gölgesi düşerdi bahçesine. Evinin şenliği kalkana kadar bahçesini temizler, ağaçlarının diplerini eşeler, çiçeklerini koklayıp okşar, bir koşu çarşıya gidip kıyıdaki o bizim kasaba yerlilerinin de severek ekmek aldıkları eski küçük fırından esmer ekmeğini alır, kahvaltıyı hazırlar, günaydın seslenişleriyle uyarırdı yatanları. Çay kokusuyla uyananların o tembel mutluluklarından haz duyardı sanki. Onun içinde kopan fırtınaları bilirler, içinden taşan hayat sevinçlerini görürler miydi o evdekiler, hiç bilemiyorum.

Ah mavi gözlüm benim! Şimdi ağlayacağım. Beyaz beyaz yaralı kalmış güzelim ağacın dibi. Gözyaşları basmış üstünü. İki yıldır gelmiyor adamcağız. Bir şeyler gelmiş olmalı başına. Geçen yıl iyiden budayıp kötürüme çevirmişlerdi ağacı. Bu yıl tümden kesip atmışlar.

Boş evin balkonundan sallanan o kirli, “SATILIK” yazılı beze bakıp bakıp bir ağlıyor ağaç, bir inliyor ki, insanın içi parçalanır.

Az önce kıyıda, denize bakarken de böyleydim ben. İçimdeki bütün resimler parça parça, bütün sesler dağınık.

Ben miyim böyle her gördüğüme parçalanan, beni hiç umursamadan akıp gitmekte olan bu kör olası hayatım mı?

Şubat Mart 2004, Ankara

Link to comment
Share on other sites

Maviye yazısını görünce Ahmet Arif'in Ay Karanlık şiiri geldi aklıma;

Maviye,

Maviye çalar gözlerin,

Yangın mavisine.

Rüzgârda âsi.

Körsem,

Senden gayrısına yoksam,

Bozuksam,

Can benim, düş benim,

Ellere nesi?

Hadi gel,

Ay Karanlık...

Link to comment
Share on other sites

Hazır Şiir Bende, Ekliyecektim Kaldı Öyle. Bare Tamamlayayım B)

AY KARANLIK

Maviye

Maviye çalar gözlerin,

Yangın mavisine

Rüzgarda asi,

Körsem,

Senden gayrısına yoksam,

Bozuksam,

Can benim, düş benim,

Ellere nesi?

Hadi gel,

Ay karanlık...

İtten aç,

Yılandan çıplak,

Vurgun ve bela

Gelip durmuşsam kapına

Var mı ki doymazlığım?

İlle de ille

Sevmelerim,

Sevmelerim gibisi?

Oturmuş yazıcılar

Fermanım yazar

N'olur gel,

Ay karanlık...

Dört yanım puşt zulası,

Dost yüzlü,

Dost gülücüklü

Cıgaramdan yanar.

Alnım öperler,

Suskun, hayın, çıyansı.

Dört yanım puşt zulası,

Dönerim dönerim çıkmaz.

En leylim gecede ölesim tutmuş,

Etme gel,

Ay karanlık...

Ahmed ARİF

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...