Jump to content

Zeki Demirkubuz'la, Sineması Üzerine...


ysncn_

Recommended Posts

Zeki Demirkubuz'la, Sineması Üzerine...

Tavır

Sinemanızın belirleyenleri arasında edebiyatın önemli bir yeri var. Özellikle de Dostoyevski’nin. Neden?

Bunun en basit sebebi şu: Ben edebiyatı, sanatı bir tür entelektüel, kültürel bir olgu ya da insanın sahip olduğu iyi özelliklere yeni bir şeyler katmak ya da modernleşmenin bir parçası olarak görmüyorum. Bunun sebebi benim için de böyle. İnsanın kendini anlama çabasının en önemli karşılıklarından birisi olduğu için benim edebiyata böyle bir ilgim var. Diğer sanat dalları içerisinde, sinema için de aynı şeyleri söyleyebilirim tabii ama edebiyat, hem geleneği, hem gücü, hem de yaygınlığı açısından, insanın kendini anlama çabasına en çok hizmet eden olgulardan biridir. Bir de yarattığı ortamın objektifliği açısından böyledir. Mesela gündelik hayatta söyleyemeyeceğimiz düşünceleri, fikirleri edebiyat alanında söylemek, onun tarafından o meseleye önyargısız biçimde yaklaşılmasını/anlaşılmasını/tolore edilmesini sağlıyor. Ben de her insan gibi bu ülkede bir şeyler yaşadım. Sezgisel ya da duygusal olarak bir çabası vardır her insanın ama ben özellikle içeride tanıştım edebiyatla ve Dostoyevski’yle. Günün birinde Suç ve Ceza’yı okudum tesadüfen. Şimdi öyle bir hava, öyle bir durum vardı ki, pek çok arkadaşımız ölmüştü, pek çok insan işkence görmüştü, bir sürü işkence gördük. Yani inanılmaz şeyler yaşandı bu ülkede ama bunun ifadesi şöyleydi; yani Türk insanı ya da genel olarak bizim insanlarımız güçlüdür. Özellikle de sorunlar ortaya çıkınca bu güç daha da artar. Şimdi Suç ve Ceza, bir savaşı anlatmaz ya da çok büyük insanlık felaketlerini anlatmaz. Sadece bir insanın iç dünyasında, ruhunda, vicdanında olup biten bir sorgulamayı anlatır. Çok taraf da tutmaz. Çok açık bir şekilde ortaya koyar gerçeği. Biz o dönemde bunları yaşamış insanlar olmamıza rağmen, bir anlamda mesela kendisine acıma hakkı olan biri olmama karşın ben ama içimde hiç böyle bir duygu gelişmezken, o romandaki konunun/meselenin bana çok daha yıkıcı geldiğini, canımı daha çok acıttığını fark ettim. Ve bunu her gece yapılan işkenceleri sabahlara kadar birbirimize anlatmamıza rağmen hapishanedeki yıkıcılığı, oradaki trajik durumu bir türlü böyle tam anlamıyla hissedemezken, romandaki yıkıcılığı hissetmek/yaşamak bana tuhaf geldi. İşte o zaman edebiyatın gücünü keşfettim. Yani bir edebiyat yapıtının, bir olayı bütün çıplaklığı ile görmemizi ve onu yaşamımızın bile ortaya çıkaramadıklarını bile, belki tamamen hayal gücünden gelen şeylerle yazılmış bir edebiyatın, çok daha çıplak, çok daha gerçek, çok daha kalıcı bir biçimde anlatabileceğini o zaman fark ettim.

Edebiyatın, önyargısızlığı yüzünden, insanın kendini arayışına böyle bir katkısı var. Bunu o zaman bir başlangıç olarak keşfettim. Sonraki dönemlerde bu hayatı anlama ve hayatı tanımlama çabamda bana böyle büyük katkıları oldu. Özellikle de Dostoyevski’nin...

Siz bir söyleşide belirtmişsiniz, yani ben kendi söylemim değil de sizin söyleminiz olarak söylüyorum. Filmlerinizi kimileri çok beğeniyor, kimileri de nefret ediyor. İzleyenlerinin duygu yelpazesi bu kadar geniş olduğu herhalde ender yönetmenlerden birisiniz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Birincisi bu doğru yani gerçeklik olarak da doğru; çünkü ben bunu görüyorum hep ya da yaşıyorum bana ifade edildiği kadarıyla. Bu doğru, bunun böyle olması iyi bir şey.

Bu durum istediğiniz bir şey miydi?

Tabii insan özellikle birçok şeyi kurgulamaz ya da ben bunu böyle planlayayım ya da böyle yapayım demez. Bu yapılmaya başlandıktan sonra bunlar kendiliğinden oluşurlar. Siz de bu süreci hem yaşarsınız, hem öğrenirsiniz, hem kendinizi tanırsınız, hem bu çevreyi, bu olguyu böyle böyle keşfedersiniz. Dolayısıyla böyle bir şeyim yoktu ben bunu isteyeceğim diye ama şu vardı sadece; ben, kişilik sahibi olan karakter sahibi olan her şeyin kamusal alana çıktığı zaman böyle tepkiler gördüğüne ve böyle tepkiler göreceğine inanan biriyim. Yani gerçekten kişilik sahibi, gerçekten karakter sahibi, gerçekten kendini net ifade eden her insan, her durum, her eylem hayatta sadece iyi karşılıklar bulmaz. Yani bu aşkla da karşılık bulabilir, sevgiyle de ya da nefretle de karşılık bulabilir. Filmi aşar aslında bu; çünkü seyirci dediğimiz şey öyle homojen tek bir şeyden çıkmış bir şey değildir. Belki kültür olarak böyledir belki yaşadıkları sosyal hayat gereği böyledir ama bunların hepsi ayrı ayrı kişiliklerdir ayrı ayrı dertleri vardır, ayrı ayrı korkuları, beklentileri vardır.

Homojen bir beğeni, ya da homojen bir reddediş çıksa kuşku duyardım. Bunun üzerine daha çok düşünülürdü ama ben sahici bir şeyin insanın özünden çıkarttığı bir filmin bir sanat yapıtının ya da bir eylemin bir var oluş şeklinin böyle tepkiler bulmasını iyi ve anlamlı karşılıyorum.

Sinema dilinizin oluşumunda etkide bulunan isimler ve yönetmenler var mı? Bir yönetmenin bazı ustaları kendisine örnek almasının avantajları, dezavantajları konusundaki görüşleriniz nelerdir?

Bunun benim için iki tane cevabı var. Birincisi beni sinemanın kapısına getiren… Çünkü ben sokakta büyüdüm, sinema ile bir sokak çocuğunun ilgisinden öte hiçbir alakam yoktu. Hayatımda film çekmeden bir yıl öncesine kadar bile ben film çekeceğim, sinemacı olacağım diye bir şey dediğimi hatırlamıyorum ya da böyle bir idealim olmadı. Böyle bir çevrem yoktu. Ben hayatımda ilk sinemacıyı film çekmeden bir yıl önce falan gördüm. Asistan olmadan bir yıl önce falan gördüm. Ama beni bu kapıya bir şekilde tesadüfler, olayların gidişiyle beraber getiren mantıklı açıklama edebiyattır aslında. Yani deminki konuştuğumuz şeyin arkasından, o kendimle bir ilişki kurup, kendimi ifade etme, gördüklerimi, benim için bir mesele haline gelmiş şeyleri anlatma içgüdüsü doğuran, kışkırtan bir şey yapabilme yeteneğini bende zorlayan şey, ilk edebiyattır. Dolayısıyla sinemanın entelektüel yanından sinemayı bilerek hatta çok az film seyretmiş birisi olarak ben sinemayı daha çok yaparak öğrendim.

Böyle baktığım zaman, mesela çocukluğumdan beri veya asistanlık dönemimde, sinemayı yaptığım ilk dönemimde herhangi biri olan, bizim olan, tanıdığımız, neredeyse ağabeyimize benzettiğimiz Yılmaz Güney’in, en kötü filmlerindeki sinema gücünü fark ettim. Aslında benim Yılmaz Güney hayranlığım 5–6 yıldır. İlk filmimi çekeli 13 yıl oldu ama sinemanın zorluklarıyla da yüzleştikçe iyi bir sahne çekmenin, iyi bir sahne yazmanın, oradan hayat duygusu çıkarmanın ne kadar zor bir şey olduğunu fark ettikçe ben aslında Yılmaz Güney’i fark ettim. Yılmaz Güney, popüler anlamda bir sürü insanın, sinemacının en önemsediği adam, sonuç olarak benim için de aynı ama benim onu örnek alma gerekçelerimde böyle bir farklılık da var. Mesela Baba filmini izlemiştim birkaç sene önce. Bir genelev sahnesi vardı, orada çok trajik bir duruma karşı Yılmaz Güney’in oyuncu olarak verdiği bir tepki vardı. Ben inanamamıştım yani bu aşkınlık, bu olgunluk, bu hayatı böylesine anlatabilme gücünün nereden kaynaklandığı üzerine epeyce düşünmüştüm. Mesela geçenlerde de televizyonda Düşman filmini gördüm. Benim sinemada kadın-erkek ilişkilerini iyi anlatan bir yönetmen olduğum söylenir. Ama mesela oradaki Aytaç Arman ile Güngör Bayrak’ın üzerinden, burjuvaziye özenen kız ile onun iyi kocasının ilişkilerinin beyazperdeye yansıyan görüntülerini izlerken gözlerim doldu. Yani şimdi böyle bakınca Yılmaz Güney’e, sorduğunuz soruya dönüyorum, bütün bu popülerliğinin, siyasi kimliğinin şunun bunun ötesinde hayatın ateşini, hayatın yakıcılığını, hayatın anlaşılamazlığını anlama konusunda çok büyük bir deha.

Tek tek filmler bazında da iyi filmler var Türk sinemasında. Mesela son döneme bakıyorum, Yazı Tura filmi beni Yılmaz Güney filmleri kadar şaşırtmış bir film oldu. Birçok duygunun, birçok hayatın gözükmeyen belki sinema klişelerinde hiç yeri olmayan durumlarını anlatabilme gücü açısından, çok şaşırıp üzerinde uzun zaman düşündüğüm filmlerden oldu. Tabii yurt dışında da var. Son dönem Amerikan sinemasında çok iyi bulduğum, Türkiye’de tabii çok popüler olmayan, hatta fazla da bilinmeyen, çok iyi yönetmenler var. Mesela Avrupa sinemasını daha hımbıl, daha mıymıntı bulmaya başladım. Daha ateşsiz, daha duygusuz ve snob (züppe, burnu havada –bn-) bulmaya başladım. Ama beni bu aralar Amerikan bağımsız sinemasında ya da Hollywood’da çekilmiş “About Schmith” gibi filmler şaşırtıyor; Alexander Pane gibi bir yönetmen var mesela çok şaşırtıyor beni. Böyle yığınla, Rus sinemasından var, bugün işte İran sinemasından var ama sinema benim için hiçbir zaman entelektüel bir şey olmadı. Kültürel bir şey olmadığı için çok da aslında etkilenmedim, sevdiğim bende sorumluluk duygusu uyandıran mesela Viski diye bir film seyrettim birkaç yıl önce. Bu film bende çok büyük bir sorumluluk duygusu uyandırdı. Bunları kışkırtan epey film epey yönetmen var. Sinemanın ahlaki yanını daha çok düşünmeme sebep olan daha çok ahlaki sorumluluk duyumsatan çok yönetmen var. Saymakla bitmez bunlar.

Yılmaz Güney’den hazır bahsetmişken, Yılmaz Güney sosyalist dünya görüşüne sahip birisiydi, bu sinemasına da yansıdı. Sosyalist gerçekçi diye tanımlayabiliriz Yılmaz Güney sinemasını. Peki, Zeki Demirkubuz sinemasını nasıl tanımlayacağız? Siz onun neresindesiniz?

Benim filmlerime politik bir tanım yapmak çok mümkün değil. Tabi insanlar politik şeyler bulabilir bunu ben de okuyorum, bazısına katılıyorum, bazısına katılmıyorum. Bir defa şöyle bir temel fark var: Siz de dediniz, Yılmaz Güney birincisi kendini en sert, en ateşli haliyle ifade eden birisiydi. Benim mesela bu konuda şöyle bir fikrim var: Ben bunun Yılmaz Güney’in aleyhine bir şey olduğunu düşünmüşümdür. Yılmaz Güney’in kendisini sosyalist, komünist olarak ifade etmesi, kişisel olarak böyle ifade etmesi konusunda değil, sinemacı olarak böyle ifade etmesi konusunun onun aleyhine olduğunu; onun gelişiminin, onun ateşinin, gücünün önünde bir engel olduğunu düşünmüşümdür. Sebebi de şudur: Film dediğimiz şey sonuçta hayata dair bir şeyi anlatmakla ilgili bir olaydır. Burada bir yönetmenin, bir sinemacının ne kadar az angajmanı varsa, o zaman gerçekle daha yüksek, daha doğru bağlar kurabilmesi o kadar mümkün olur. Ben bir insanın kişisel olarak kendisini sosyalist, komünist olarak ifade etmesine asla karşı değilim. Hatta bu konuda sırası gelmişken şunu söyleyeyim, böyle bir dünyada her insanın, her türlü, eğer vicdanında aşabiliyorsa, Raskolnikov’un dediği gibi her şeye hakkı olduğuna inanıyorum. Terörist olma hakkı da dahil... Eğer vicdanında aşabiliyorsa, eğer dünyanın adaletinin, dünyanın idealinin bu olduğu kabul ediliyorsa. Nitekim de öyledir. Yani bugün işte birisi bir yeri işgal eder, birisi birini boyunduruk altına alır; boyunduruk altına alanın da bu durumda her türlü şeyi yapma hakkı meşru olur. Bunu yasalar demez ama burada önemli olan insanın vicdanıdır. Bunu böyle düşünen biriyim. Bunu parantez içinde söylemiş olayım. Ama bir insan yalnız kendini sanat, sinema, edebiyat, felsefe gibi bir alanda ifade etmeye başlarsa o zaman hiçbir şeyin kölesi olmama, hiçbir şeyin angajmanına girmemek durumunda.

Bu yüzden Yılmaz Güney’in, demin de söylediğim gibi, Türkiye’de birçok meseleyi, birçok insanı, birçok durumu anlatma konusunda en ileriye gidebilen, gerçeklik duygusunu en yüksek düzeyde uyandırabilen biri olmakla birlikte eğer bu konu olmasaydı bence daha çok derin durumlara gidebilirdi. Ama şunu söylemeliyim mesela Yol filminde bunu da gerçekleştirmiş. Mesela Halil Ergün’ün oynadığı rol, Tarık Akan’ın oynadığı rol. Ben Yol filmini izlerken çok şaşırmıştım. Yılmaz Güney’de tüm bu angajmanlara karşı içindeki ateş, içindeki gerçeklik tutkusu o kadar yüksek ki birçok filmde, edebiyat yapıtında Tarık Akan’ın oynadığı role ilişkin söylüyorum bunu; en çok kötü adamın, feodal adamın bir sürü insani yanlarını, o aslan gibi adamın bir sürü zayıf yanlarını, o dev gibi adamın diş ağrısı karşısındaki acizliğini inanılmaz biçimde göstermiş. Ve ben genel olarak ben bir şey yazmaya, bir şey anlatmaya soyunan adamın ne dini, ne imanı olması gerektiğini ve yazarken babasını bile tanımaması gerektiğini düşünüyorum.

Zeki Demirkubuz öyle mi yapıyor?

Ben öyle yapıyorum evet. O yüzden bir kahramanın iyiliği bile mesela bana rahatsızlık verir. Yani ona kötü bir şey bulurum. Bunun yalnız her filmin, her yazının derdi olması gereken gerçeklikle ilgili, gerçeklik duygusunu yaratmadaki sorumluluğu açısında bir katkısı olur. O zaman demin dediğiniz şeyin biraz sebebi burada aslında. İnsanlar benim filmime bakarken, benim karakterlerime bakarken kafalarındaki klişeleri bulamadıkları için aslında kimisi nefret ediyor, kimisi kararsız kalıyor. Mesela işte Kader filmindeki evdeki o trajedi, o çocuk hasta adamın karısıyla birlikte oluyor ama adamı seviyor. İyi bir çocuk ama aynı zamanda böyle bir kötülük yapıyor. Yani hayatı anlamaya çalışırken taraf tutma gibi lüksümüzün olmaması gerektiğini düşünüyorum.

Hayatı yaratırken, hayatı dizayn ederken elbette iyiden yana olacağız. Zaten baktığımız zaman, insanın bütün mücadelesi tarih boyunca bütün mücadelesinin çıktığı tek bir kapı vardır: İyi insanı aramak! Yani bütün dinler özünde bunun için vardır, bütün siyaset bunun için vardır, bütün mücadeleler bunun için vardır. Kötüyü ayırarak söylüyorum, burada iyi insanı arayış her zaman insanlık ile ilgili olan bir şeydir. Ama iyi insanı aramak insanı iyi görmek anlamında değildir. Mesela Dostoyevski’nin bir sözü vardır. Hümanizmi sorarlar ona:”Hümanizm iyi bir şeydir ama insana dair hiçbir şey anlatmaz.” der. Yani gerçekten bu dediğimiz şeyin en iyi karşılığı hümanizmdir. Hümanizm hep iyi insandan bahseder, insanı iyi olarak algılamaya gayret eder. Ama hümanizme baktığımız zaman insanın doğasına dair hiçbir şeyi açıklayamaz. Sadece bir iyi niyet dileyişinden başka bir şey değildir. O yüzden hayatta herkes hümanisttir. Siz bana yeryüzünde savaşı savunan, insanı öldürmeyi, haksızlığı, adaletsizliği savunan tek bir insan gösterebilir misiniz? Sömürücülere, katillere, faşistlere kime sorarsanız sorun, hiç kimse insanın ahlaki değerlerinin karşısında bir şey söylemez. Ama dünyada her gün savaş olur, çocuklar öldürülür, tecavüzler olur, ahlaksızlıklar olur; işte burada anlama gücüne benim dediğim anlamda ihtiyaç olduğunu, hele bunun bir sanat yapıtında daha fazla bir sorumlulukla yapılması gerektiğini düşünüyorum.

Filmlerinizde vicdan herhalde en fazla sorguladığınız insani duygu. Buna biraz daha vurgu yapsak, bahsetsek. Neden?

Çünkü demin bahsettiğimiz iyi insanı ararken, insanın mutluluğunu ararken icat edilen çok şey var. En başta hukuk; hukukun hiç önemi yok. Eski çağlarda da vardı bu hukuk, bugün de var. Hukuk sisteminde bir sürü iyi şey de var aslında. Ama bakıyoruz hayatımızı yaşarken bunların hiçbirinin olmadığını, hani demin konuştuk ya, yeryüzünde kötülüğü savunan hiçbir insan yoktur ama bir sürü kötülük olur. Yani ülkemize de bir bakalım. Herkes ahlaktan söz eder, yasalardan söz eder, ben anayasayı da okudum, yani aslında o kadar da kötü bir şey değil. Bir işçinin haksızlığa uğraması halinde ne yapacağı bile düşünülmüş ama bir işçi haksızlığa uğradığı zaman bu yasalar devreye girmiyor ya da herkes insanlıktan, iyilikten, dinden falan söz ederken her gün sokaklarda bizzat bunları, çoğu zaman bunları söyleyen insanların yaptığı kötülüklerle dolu ortalık. Bu da şuraya getiriyor: Bütün bunların varlığı deminki saydığımız, hukuk, adalet, kanunlar bunlar her şeyin varlığının ölçüsü ve bunların varlık nedenindeki sebep insanın kişisel ahlaki ile ilgili bir şey bu. Ve bu insanın kişiliğinin, karakterinin arkasındaki yatan sebep de, vicdan. O yüzden birçok toplum bu vicdan konusunu, bu kişilik ile ilgili, karakter ile ilgili ahlaki sorunları es geçip, insanlığın huzurunun, mutluluğunun karşılıklarını, bu az önce bahsettiğimiz şeylerde arıyor. Ama niyeti bozmuş bir insan da her zaman bunların üstesinden gelebiliyor. Dolayısıyla bunlar ancak işler yolunda giderken, insanlığa bir çözüm sunabilirken en ufak bir zorlukta, en ufak bir şeyde darmadağın olan ve varlığı hemen tartışılmaya başlanan durumlar. Mesela ülkemizde en ufak bir şey olduğu zaman hemen cuntalardan bahsedilir, sıkıyönetimlerden bahsedilir ama buradaki sebep tüm bunları anlayıp, ötesini zorladığımız zaman ortaya çıkan şey, ahlak dediğimiz şey, doğruluk dürüstlük dediğimiz şey insanın iki dudağı arasına gelmiş bir şeyse, iki dudağıyla ilgili bir şeyse, yani bir insan kendine, ben iyiyim, derse, kötü olduğunu ispatlamak çok zordur. Görüyoruz yani en büyük dolandırıcı bile yakalandığı zaman kendini ahlakla ifade ediyor, memleketin ne kadar bozulduğu ile ilgili nutuklar çekiyor. Böyle olunca işte vicdan ve vicdanla birlikte ortaya çıkan utanç duygusu gibi şeylerin çok önemli olduğunu düşünüyorum ben. İnsanın en büyük yükümlülüğünün de, en büyük sorumluluğunun da önce kendine karşı sorumluluğu, kendine karşı olan yükümlülüğü olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de tabii ki vicdanın çok önemli bir yanı ortaya çıkıyor. Yani kendimizi gerçekleştirirken, kişiliğimizi gerçekleştirirken, nasıl bir karaktere sahip olacağımız ya da olduğumuz konusunda en belirleyici şey olarak vicdan karşımıza çıkıyor. Şimdi Deniz Gezmiş kendini politik olarak ifade eden birisi ama bence o politik ifade edişin sebebi ve arkasındaki şeyin ben vicdan olduğunu düşünüyorum. Nokta dergisinde bir fotoğrafını gördüm hatta oradan bir film çıkarabilir miyim diye de uzun zaman düşünmüştüm. Böyle on on beş kadar kravatlı, yakışıklı böyle gencecik, pırıl pırıl insanlar yan yana dizilmişler bir fotoğraf çektirmişler. Altlarında kim oldukları yazıyor. İşte Ahmet bilmem ne falanca bankanın genel müdürü, bilmem neci, filanca şirketin ceosu filan böyle bir sürü profesör şu bu, en yakışıklıları, en güzel bakanının altında da Mahir Çayan diyor. “Devrimci ve öldü” diyor. Yani şimdi Mahir Çayan’ı o fotoğraftakilerden ayıran şeyin elbette politik duruşları/görüşleri olduğu söylenebilir. Bu yanlış olmaz. Ama ona o politik görüşleri söyleten şeyin arkasındaki kaynağa baktığımız zaman da, bunun vicdan olduğunu, yani dünyada insanlığın umudunu ayakta tutan bütün bu kötülüklere rağmen hala bir insanın kendini yok etmeyişi, intihar etmeyişi, hala çabalamasına sebep olan şey işte bu kıpırtının, bu rahatsızlığın getirdiği umuttur aslında.

Bu sizi şuraya ******ürmüyor mu? Vicdan eşittir adalet, adalet isteği de yani diyalektiğe göre ya da literatürün getirdiği bir şey olarak da sınıfsallığa getiriyor, sınıfsal çelişkilere getiriyor. Mahir Çayan’ın da orada politikaya atılmasının en büyük sebep bu değil mi?

Ama ben İsa için de aynı örneği verebilirim. Binlerce başka alandan insan da. Az önce dediğim gibi bütün bunların özündeki istek iyi insanı arama isteğidir. Bu her zaman doğru olacak diye de bir şey yok. Ama bu hayat dediğimiz şeyi canlı tutan, insanlığı anti-diyalektik olmaktan durgun, tanımlanmış ve verili bir robot haline gelmekten kurtaran iyi ya da kötü bir hareketi sağlayan, bir arayışı sağlayan temel faktörü olarak vicdanı söylüyorum. Ama şu da vardır, vicdan aynı zamanda insanın iç muhasebe kurumu gibi de bir şeydir. Demin de dediğim gibi Deniz Gezmiş’i harekete geçiren de budur, başka bir kötüyü de hareke geçiren bu olabilir aslında. Yani o muhasebe kurumu her zaman muhasebe yapar ama her zaman doğru muhasebeler de yapmayabilir. Ama ben bunların ötesinde şunu daha önemli buluyorum, eğer bu olmasaydı, eğer buna ben vicdanın rahatsızlık kelimesine daha yakın olduğunu düşünüyorum.

Bu rahatsızlık olmasıydı insanda, dedim ya insan böyle anti-diyalektik bir şekilde yani hiç aramayan, hareketsiz, homojenleşmiş bir varlık olabilirdi ki bu da insanın umutsuzluğu anlamına gelirdi.

Bugün bakıyoruz bütün ulvi hareketlerin, mesela kötülük olmasıydı İsa olur muydu? Bütün bu devrimci hareketler olur muydu mesela? Che Guevara’nın varlığında kötülerin hiç mi payı yok? Ben burada her türlü arayışa, her türlü vicdan muhasebesine benim için ne kadar önemli olduğunu, ne kadar saygı duyulması en azından onun yokluğu fikrine karşı iyi olduğunu anlatmak için bunları söylüyorum. Ve filmlerde de tabii ki bu mesele yer alıyor. Bunun için film yapıyorum diye düşünmedim açıkçası. Vicdani bir arayışın sonucu film yapıyorum demedim kendime, herhalde demem de. Ama film yapma nedenlerimde bunların da olduğu açık zaten. Yani suçluluk duygusu, vicdanın sorun ettiği bir yığın şey filmlerimde yer alıyor.

Bu keyifli sohbet için teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim.

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...