Jump to content

Temmuz'da, Yine Seninleyiz...


ysncn_

Recommended Posts

Temmuz'da, Yine Seninleyiz...

Tavır

İdilimiz’e....

Sevgili İdil,

Tam bir yıl oldu yanına gelip, bir taraftan gölgende soluklanırken, karşılıklı kana kana su içip, bir taraftan da candan bir sohbet etmeyeli... Bir oof çekip, parmaklarımızı yüzünde, saçlarında dolaştırmayalı... Yalnız sen değilmişsin bizi bekleyen, Silivrikapı’da su satarak kazandıkları üç-beş kuruşla evlerini geçindiren, tırnaklarının arasında çamurun, kıvrık paçalarında ıslaklığın hiç eksik olmadığı kara çocuklar da bekliyormuş yolumuzu. Bizim olmadığımız zamanlarda onlarla konuşuyormuşsun, onlar da sana anlatıyorlarmış dertlerini; okuyunca nasıl bir insan olacaklarını, gelecekteki hayallerini... Aralarında sanatçı olmak isteyenler de varmış duyduğumuza göre, ama senin gibi bir sanatçı olmayı, halkını seven ve gerektiğinde yüzünü bile görmediği milyonlarca insan için ölmesini de bilen bir sanatçı...

Canımız İdil, “Ayçe İdil Erkmen”in yoldaşları olma gururunu ve onurunu, yüzündeki o tarifsiz gülümsemeyle bizlere bırakıp gittiğin o günün ardından da tam on bir yıl geçti. Biz yine yakıp kavuran bir Temmuz’dayız; sendeyiz, sizdeyiz, seninleyiz, sizinleyiz. Zaman nasıl da hızla geçiyor değil mi? Hani haylaz bir çocuk olsa şu zaman denilen şey, kolundan tutup durdururduk, soluklansın diye. Ama değil işte. Bizden alıp ******ürdükleri, sadece bir rakam olmadığının mührü. Zaman her geçişinde içimizden bir parça koparıp, canımızdan bir can yolup ******ürüyor. ******ürmesine ******ürüyor ama hani uğruna feda edemeyeceğimiz tek bir şey olmayan sevdamız, umudumuz var ya! Sosyalizm! Her geçen gün biraz daha yaklaşıyor, her geçen gün biraz daha önümüzü aydınlatıyor, her geçen gün bahçemizdeki bağımızı, soframızdaki aşımızı, yuvamızdaki sıcaklığı, çocuklarımızın elma rengindeki yanaklarını sadece masallarda duyduğumuz o can kırmızısı renge büründürüyor.

İdil, yanına gelemediğimiz zamanlarda içimizde, beynimizin bir köşesinde zulamızda saklı tuttuğumuz, anlatmak için sabırsızlandığımız bir şeyler var hep; kimi zaman sevinçli, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman acı... Hani mendiline elinde avucunda ne varsa sarıp, sevdiklerine ******ürenler var ya, işte biz de mendilimizin içine sardık saklımızdakileri sana getirmek için. Mendilimizde ne varsa dökeceğiz ortaya bir bir, dökeceğiz önümüzde duran kağıdın ak yüzüne. Hayat işte, her zaman acı ve tatlı anlarla dolu. Biz anlatırken sen de her zamanki mütevazılığınla gözlerini bizden ayırmadan dinlersin; huyundur biliriz. Biri söze başladı mı, ta ki sonunu getirene kadar sen sabırla beklersin.

Yozlaşma... Acısını damarlarımızı çatlatırcasına, kanımız çekilircesine hissettiğimiz çürümüşlük yani. Bir kültür olarak giriyor yaşamımıza, karabasan gibi çöküyor gecelerimize, bir katil gibi giriyor kanımıza… Gençlerimiz her geçen gün kirleniyor İdil, gelecekleri ellerinden alınıyo. Kimisi uyuşturucu batağına saplanmış, kimisi fuhuş tuzağına düşmüş, kimisi başkalarının pis hesapları için beline silahı kuşanmış… Kapitalizm beyinlerini çalmış insanların, bunun için bütün bu rezilliğin içinde çırpınışları. Bir anne “evine ekmek ******ürmek” için etini satmayı haklı görüyor, çaresizliğine yanıyor. Bir baba “çocuklarını okutmak” için göz gözü görmeyen izbe mekanlarda, kumar masalarında sabahlıyor. Oynadığı kumar değil aslında, çocuklarının, ailesinin geleceği…

Hatırlarsın, sen ve yaşıtların şimdiki çocukların çağında iken harçlığınızı biriktirip kitap almaya uğraşırdınız, ama şimdi paralarını uyuşturucu için biriktiriyor çocuklarımız. Modaya uygun giyiniyor, modaya uygun şarkılar dinliyor, modaya uygun “seviyor”; hatta yiyip-içmenin, gezmenin bile modası var şimdi. Hayallerdeki yaşama kavuşmak için de her şeyi mübah görüyor insanlarımız.

Bir taraftan “Haklarım var!” diyenler okullarından atılırken, bir taraftan amfilerde uyuşturucu partileri yapanları da görüyoruz. Onlara bu fırsatı tanıyanları ve göz yumanları da… Yani anlayacağın bu sistemin adalet denen tartısında onursuzluk, ahlaksızlık, çürümüşlük her zamankinden daha ağır basıyor. Yakında zincirleri kopacak o tartının, tüm pislikler saçılacak her bir yana...

Ya bir anne nasıl, çocuğunun ölümünden sorumlu olanların vereceği üç kuruşa satar onurunu, o vakit çocuğunu öldüren kendisi olmaz mı? Belediyenin açtığı kanalizasyon çukuruna düşen Dilara’nın “annesi”nden söz ediyoruz. Kulaklarımızı sağır edercesine uğuldatan, yaşıtlarını her gördüğümüzde utancı canımızı acıtan bir olaydı bu. Yozlaşma denilen şeyin kültürleşmesi, iliklerimize kadar sokulması…

Bir “babanın” kendi canından/kanından kızını pazara sunması, hem de adına “çaresizlik” diyerek... Kalemimizden utanarak akıtıyoruz mürekkebi bu sayfalara, o da yazamaz oluyor, ikinci kez geçiyoruz üstünden yazdıklarımızın; sadece kâğıttan değil, belleklerimizden de silinmesin diye. Bütün bunlar yaşanılanların belki de çeyreği değil ama konusu gerçek ve sansüre uğramamış olan bir filmin bir iki karesi, fragmanı belki de. Genelde izlememeyi tercih ediyoruz bu filmi ama gelip kapımızda bekliyor işte, açtığımızda üstümüze saldıracak kuduz bir köpek gibi bulaştırıyor mikrobunu.

Sadece bunlar değil anlatacaklarımız, her zehirin bir panzehiri vardır ya, işte bu çürümüşlüğün panzehiri de sosyalizm... Bir düş değil, uzak ama gidilmesi imkânsız olmayan bir şehirde kavuşmayı bekleyen bir can, bir eş, bir dost, bir yar gibi…

Bir tarafta tüm bunlar dururken, o gidilen yolun daha da yakınlaşması için önümüze çıkacak engelleri kaldıranlar da var, tıpkı “Yaşamış sayılmaz zaten yurdu için ölmesini bilmeyen.” diyen senin, sizin gibi. Hem kendi iki çocuğunun geleceği, hem de başka çocukların geleceğinin karartılmasına izin vermemek için mücadele edip, bu uğurda canını ortaya koyan babaları da anlatmak istiyoruz sana, Birol Ağabey’i… O, bu kâğıttan örülü düzenin verecekleri karşısında sus-pus olmadı, yüzünü gördüğü gerçeklere dönmedi, aksine daha bir yakından baktı gördüklerine, ateşi onu da yaktı döşünü parçalayan kurşunlar gibi, onun ateşi de bizi yakıyor şimdi Temmuz gibi…

Şöyle bir düşünüyoruz da, sanki bu çirkefliğe sürüklenen insanlar iki kişi arasında kalmışlar, bir kollarında kapitalizm, bir kollarında biz; tutup çekiyoruz, kim kazanırsa demiyoruz ama biz galip geleceğiz, kesip atacağız o kangrenleşmiş, çürümüş kolu, buna inancımız sonsuz. Bu inancın bedelini de canımızla, mahpuslukla, gözaltılarla komplolarla ödüyoruz. Dışarıda bir saat bile nefes almamıza tahammül edemiyorlar. “Uyuşturucu, fuhuş ve yozlaşmaya karşı mücadele edenleri” bütün bu pislikleri biz sıçratıyoruz insanların üstüne. Pisliğin asıl kaynağı biziz dercesine tutukluyor ve yargılamaya çalışıyorlar, hatta yargılamaktan bile korkuyorlar. Çünkü biliyorlar ki yargılanacak birileri varsa o da bu sistemi yaratan kendileri, pisliği yayan varsa bu sistemin kendisi. Onun için bir yıl sonrasına erteliyorlar duruşmaları. Yıl, ay, gün, hatta saat hesabı yapıyorlar. Ama biz belki de çocuklarımıza, ya da onların çocuklarına armağan edeceğimiz bir yaşamın sevdasını taşıyoruz içimizde gün, ay, yıl hesabı yapmadan, sadakatle ve sabırla.

Bu arada Tavır da haylazlık yapmaya devam ediyor; iki kez para cezası aldık geçen bu sürede. Okmeydanı’na gelişimizin üzerinden bir yıl geçti bile. Çalışmalarımız her zamanki gibi devam ediyor, sinema, tiyatro, müzik, sergi… Adını duymayan kalmadı herhalde. Etrafımızdaki İdil bebeklerin sayısı da giderek artıyor bu arada.

Ya sen? Başımızı kaldırdığımız, gözümüzü gezdirdiğimiz her yerdesin. Bizlesin. Biz aynı mayayla yoğrulmuşuz, ondandır yüreklerimizi yangınlara atışımız, ondandır “başkalarının acısını” acımız, sevincini sevincimiz bilişimiz. Ustalarımız ne de güzel yazmış yaşadıklarımıza ve yaşayacaklarımıza dair. Sen hepsini ezbere bilirsin şimdi bütün şiirlerini, Nazım’ın, Ahmed Arif’in, Enver Gökçe’nin, Hasan Hüseyin’in… Ne de güzel okursun, etinde hissederek, hissettirerek…

Unutma İdil, biz hep seninleyiz, sizdeyiz…

Senin tavır...

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...