mavikiz Posted June 3, 2007 Share Posted June 3, 2007 Türkiye'de serbest nazmın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin öncüsü. Uluslararası bir üne ulaşmış ve adı 20. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan dünyanın en büyük şairleri arasında anılmıştır.[1] Eserleri birçok yabancı dile çevrilmiştir. Mezarı halen Moskova'da bulunmaktadır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi olup ayrı ayrı toplam 11 davadan yargılanmıştır. Eserleri birçok ödül almıştır. Ancak Türkiye'deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova'ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır. 1938'de şairin cezaevine girmesiyle yasaklanıp ortadan kaldırılmış olan Nâzım Hikmet şiiri, Türkiye'de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965'te yeniden ortaya çıkmıştır. Üslubu ve başarıları İlk şiirlerini hece vezni ile yazmaya başlamasına rağmen içerik bakımından diğer hececilerden uzaktı. Şiirsel gelişimi arttıkça hece vezni ile yetinmemeye ve şiiri için yeni formlar aramaya başladı. Sovyetler Birliğinde yaşadığı ilk yıllar olan 1922-1925 arası bu arama tepe noktasına ulaştı. O dönemdeki bir çok şairden farklıydı. Hece vezninden ayrılarak Türkçe'nin vokal özellikleri ile harmoni oluşturan serbest vezini benimsedi. Mayakovski ve gelecekçilik taraftarı genç Sovyet şairlerinden esinlendi. Şiirlerinden bir çoğu müzisyen Zülfü Livaneli tarafından bestelendi. Ünol Büyükgönenç tarafından özgün bir şekilde yorumlanmış olan küçük bir kısmı ise 1979'da "Güzel Günler Göreceğiz" ismiyle kaset olarak çıktı. Bir kaç şiiri ise Yunanlı besteci Manos Loïzos tarafından bestelendi. Ailesi Annesi Ayşe Celile Hanım babası Hikmet Beydir. Çok güzel ve alımlı bir kadın olan Celile Hanım, bir dilci, eğitimci olan Enver Paşa'nın (Mustafa Celalettin Paşa'nın oğlu) kızıdır. Evinde piyano çalan, ressam denilebilecek ölçüde iyi resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Annesinin baba tarafından dedesi, Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden Polonezlerden Konstantin Borzecki'dir. Bu göçün ardından Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celaleddin Paşa adını almış ve Osmanlı Ordusu'nda subay olarak görev yapmıştır. Türk tarihinde önemli bir eser olan "Les Turcs anciens et meternes" (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Babası Hikmet Bey, Selanik'te, Hariciye'de (Dışişleri) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya, Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik'in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep'e, Nazım'ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş, hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de nihayetinde iflas ile neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye'ye (Dışişleri) atanır. Halep'teyken Nazım'ın bir erkek kardeşi olur (Ali İbrahim) ama uzun yaşamaz. Kızkardeşi Samiye yine Halep'te dünyaya gelir.[2] Hayatı [değiştir]Aslen 20 Kasım 1901 olan doğum tarihi ailesi tarafından sene kaybetmemesi için 15 Ocak 1902 olarak kaydettirildi. Selanik’te doğdu. İlk şiiri ‘Feryad-ı Vatan’'ı 1913’te yazar. Aynı yıl Galatasaray Sultanisi’nde ortaokula başlar. 1917’de Heybeliada Bahriye Mektebi'ne girer. Daha sonra Kurtuluş Savaşı için Anadolu'ya geçer. Fakat sağlık nedenleri ile bahriyeden ayrılmak zorunda kalır. Bu sırada Hamidye Kruvazör’ünde güverte subayıdır. Bolu’ya öğretmen olarak atanır. Daha sonra Batum üzerinden Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Kominist Üniversitesi’nde siyasal bilimler ve iktisat okur. 1921’de gittiği Moskova’da devrimin ilk yıllarına tanık olur ve komünizm ile tanışır. 1924’te Moskova’da yayınlanan ilk şiir kitabı ’28 Kanunisani’ sahnelenir. O yıl Türkiye’ye dönerek Aydınlık Dergisi’nde çalışmaya başlar. Dergide yayınlanan şiir ve yazılarından dolayı on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği’ne gider. 1928’de af kanunundan yararlanır ve Türkiye'ye geri döner. Bu kez Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar. 1938’de yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle Sovyetler Birliğine gitmek zorunda kalır. Moskova'da 3 Haziran 1963 yılında kalp krizinden ölür. Davaları ve sürgün [değiştir]1925 yılından başlamak üzere şiirleri ve yazıları yüzünden birçok kere yargılandı. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığı gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. 1950 yılında bir af yasasıyla salıverildi. Ancak sürekli izlendiği ve çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılmasına karar verildi. Sovyetler Birliği'nde Moskova yakınlarındaki yazarlar köyünde ve daha sonra da, eşi Vera Tulyakova (Hikmet)ile Moskova'da yaşadı. Memleket dışında geçirdiği yıllarda Bulgaristan, Macaristan, Fransa (Paris), Havana, Mısır gibi dünya memleketlerini dolaştı, buralarda konferanslar düzenledi, savaş ve emperyalizm karşıtı eylemlere katıldı, radyo programları yaptı. Budapeşte Radyosu ve Bizim Radyo bunlardan bazılarıdır. Bu konuşmaların bir kısmı bugüne ulaşmıştır. Davaları 1925 Ankara İstiklal Mahkemesi Davası 1927-1928 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1928 Rize Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1928 Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1931 İstanbul İkinci Asliye Ceza Mahkemesi Davası 1933 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1933 İstanbul Üçüncü Asliye Ceza Mahkemesi Davası 1933-1934 Bursa Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1936-1937 İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Davası 1938 Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası 1938 Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi Davası Ölümü ve sonrası 3 Haziran 1963 sabahı 06:30'da gazetesini almak üzere 2. kattaki dairesinden apartman kapısına yürümüş ve tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda yaşama veda etmiştir. Ölümü üzerine Sovyet Yazarlar Birliği salonunda yapılan törene yerli yabancı yüzlerce sanatçı iştirak etmiş ve tören siyah beyaz olarak kaydedilmiştir. Ünlü Novo-Deviçeye (Novodeviche) mezarlığında gömülüdür. Mezar taşı siyah bir granitten olup meşhur şiirlerinden biri olan rüzgâra karşı yürüyen adam figürü taş üzerinde ebedileştirilmiştir. 2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türk vatandaşlığından çıkarılmalar ile ilgili yeni bir düzenleme yapması durumu belirdi. Yıllardır tartışılmakta olan Nazım Hikmet'in Türk vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi yolu açılmış gibi gözükmesine rağmen Bakanlar Kurulu bu maddenin sadece yaşamakta olanlar için düzenlendiğini ve Nazım Hikmet'i kapsamadığını öne sürerek bu öneriyi reddetti.[3] Bazı eserleri Memleketimden İnsan Manzaraları Kafatası Unutulan Adam Taranta Babu'ya Mektuplar Ferhad ile Şirin Kurtuluş Savaşı Destanı Kız Çocuğu Tahir ile Zühre Şeyh Bedrettin Destanı Sevdalı Bulut, Tiyatro oyunu Kız Çocuğu Kız Çocuğu, Hiroşima'daki atom bombası saldırında ölen yedi yaşındaki bir kız çocuğunun on yıl sonraki yalvarmalarını anlatmaktadır. Savaş karşıtı bir mesaj olarak büyük başarı kazanmış ve birçok müsizyen tarafından bestelenmiştir. Zülfü Livaneli Nazım Türküsü'nde bu şiir üzerine yaptığı besteyi seslendirdi. Kız Çocuğu'nun I Come And Stand At Every Door olarak bilinen bir çevirisi The Byrds tarafından Fifth Dimension albümünde Pete Seeger tarafından en:Headlines & Footnotes albümünde ve This Mortal Coil tarafından Blood albümünde seslendirildi. 2005'te, ünlü Shima-Uta şarkıcısı Chitose Hajime Ryuichi Sakamoto ile işbirliği yaparak Kız Çocuğunu Japonca'ya çevirdi.('Shinda Onna no Ko' olarak ismi değişti). 5 Ağustos 2005'te 60'ncı yıldönümünde Hiroşima'daki Hiroşima Barış Anıtı'nda canlı olarak söylendi. Şarkı daha sonra Chitose'nin 2006'daki Hanadairo albümünde de kullanıldı.Ayrıca,piyanist Fazıl Say tarafından bestelenmiştir. (kaynak:vikipedi) Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 SALKIMSÖĞÜT Akıyordu su gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! Birden bire kuş gibi vurulmuş gibi kanadından yaralı bir atlı yuvarlandı atından! Bağırmadı, gidenleri geri çağırmadı, baktı yalnız dolu gözlerle uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına! Ah ne yazık! Ne yazık ki ona dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! Nal sesleri sönüyor perde perde, atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde! Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar! Atları rüzgâr kanat... Atları rüzgâr... Atları... At... Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat! Akar suyun sesi dindi. Gölgeler gölgelendi renkler silindi. Siyah örtüler indi mavi gözlerine, sarktı salkımsöğütler sarı saçlarının üzerine! Ağlama salkımsöğüt ağlama, Kara suyun aynasında el bağlama! el bağlama! ağlama! 1928 "Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" Nâzım Hikmet'in ününün sanat çevrelerini aşmasını ilk sağlayan şiirleridir. Odeon firmasının şairin kendi sesinden plağa aldığı bu şiirler kahvelerde çalınıp dinlenmeye başlamıştı. Nâzım Hikmet yazarken düşündüğü bir ahenge uyarak şiirlerini çok güzel okurdu. Okunup dinlenmelerine herhangi bir yasal engel bulunmayan bu şiirlerin şairin adını çok yaygınlaştırdığı düşünülerek Odeon firması plağa yeni basımlar yapmaması için uyarılmıştı. Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 MAVİ GÖZLÜ DEV, MİNNACIK KADIN VE HANIMELLERİ O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Kadının hayali minnacık bir evdi, bahçesinde ebruliii hanımeli açan bir ev. Bir dev gibi seviyordu dev. Ve elleri öyle büyük işler için hazırlanmıştı ki devin, yapamazdı yapısını, çalamazdı kapısını bahçesinde ebruliiii hanımeli açan evin. O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde ebruliiii hanımeli açan eve. Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev, dev gibi sevgilere mezar bile olamaz : bahçesinde ebruliiiii hanımeli açan ev.. Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 MEMLEKETİMİ SEVİYORUM Memleketimi seviyorum : Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım. Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı memleketimin şarkıları ve tütünü gibi. Memleketim : Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya, kurşun kubbeler ve fabrika bacaları benim o kendi kendinden bile gizleyerek sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir. Memleketim. Memleketim ne kadar geniş : dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana. Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum. Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum ve güneye pamuk işleyenlere gitmek için Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye utanıyorum. Memleketim : develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler, kavak söğüt ve kırmızı toprak. Memleketim. Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık ve onun yarım kiloluğu pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla Bolu'nun Abant gölünde yüzer. Memleketim : Ankara ovasında keçiler : kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması. Yağlı, ağır fındığı Giresun'un. Al yanaklı mis gibi kokan Amasya elması, zeytin incir kavun ve renk renk salkım salkım üzümler ve sonra karasaban ve sonra kara sığır ve sonra : ileri, güzel, iyi her şeyi hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım yarı aç, yarı tok yarı esir... Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 KIZÇOCUĞU Kapıları çalan benim kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler. Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu. Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler. [1956] Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 CEVİZ AĞACI Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil. Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a. Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u. Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 1 Temmuz [1957], Balçik Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 RUBAİLER BİRİNCİ BÖLÜM 5 Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayâle. Halbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile... 6 Öptü beni : "- Bunlar, kâinat gibi gerçek dudaklardır," - dedi. "Bu ıtır senin icâdın değil, saçlarımdan uçan bahardır," - dedi. "İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde : "körler onları görmese de, yıldızlar vardır," - dedi... 7 Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece pırıldamakta devâmedecek ben basıp gidince de, çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı ve bende bu aslın sureti çıktı sadece... 8 "- Paydos..." - diyecek bize bir gün tabiat anamız, - "gülmek ağlamak bitti çocuğum..." Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak : görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat... 9 Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha, güzelim dünya elvedâ, ve merhaba k â i n a t . . . 10 Balla dolu petek yani gözlerin güneşle dolu... Gözlerin, sevgilim, gözlerin toprak olacak yarın, bal başka petekleri doldurmaya devâmedecek... İKİNCİ BÖLÜM 1 "- Şarapla doldur tasını, tasın toprakla dolmadan," - dedi Hayyam. Baktı ona gül bahçesinin yanından geçen uzun burunlu, yırtık pabuçlu adam: "- Ben, bu nimetleri yıldızlarından çok olan dünyada açım," - dedi, "şaraba değil, ekmek almaya bile yetmiyor param..." 3 Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan : yâkut şarabı billûr kadehe doldur, seher vaktidir ey delikanlı uyan... Perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı, gecikmeyi affetmeyen fabrikanın canavar düdüğüydü uğuldayan... 4 Geçmiş günün hasretini çekmem - yalnız bir yaz gecesi bir yana - ve gözümün son mavi pırıltısı bile gelecek günün müjdesini verecek sana... ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 1 İnsan ya hayrandır sana, ya düşman. Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan... 2 Çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü sımsıkı etini dişlemek sıhhatli, beyaz bir elmanın. Ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanında nefes almanın bahtiyarlığına benzer seni sevmek... 4 Gün iyiden iyiye ışıdı artık, tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık. Sevgilim, sanki seninle yüz yüze geldim birdenbire : aydınlık, alabildiğine aydınlık... Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte yani yürekte. Meselâ bir barikatta dövüşerek meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken meselâ denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu? Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir ayrılmak istemezsin dünyadan ama o senden ayrılacak yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden? Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 Piraye İçin Yazılmış SAAT 21-22 ŞİİRLERİ'nden Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinden hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... Ne güzel şey hatırlamak seni: bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin ve saçlarında vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının... İçimde ikinci bir insan gibidir seni sevmek saadeti... Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının, güneşli bir rahatlık ve etin daveti: kıpkızıl çizgilerle bölünmüş sıcak koyu bir karanlık.... Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair, hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek : filanca gün, falanca yerde söylediğin söz, kendisi değil edâsındaki dünya... Ne güzel şey hatırlamak seni. Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine: bir çekmece, bir yüzük, ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım Ve hemen fırlayarak yerimden penceremde demirlere yapışarak hürriyetin sütbeyaz maviliğine sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım... Ne güzel şey hatırlamak seni: ölüm ve zafer haberleri içinden, hapiste ve yaşım kırkı geçmiş iken... -------------------------------------------------------------------------------- 24 Eylül 1945 En güzel deniz : henüz gidilmemiş olanıdır. En güzel çocuk : henüz büyümedi. En güzel günlerimiz : henüz yaşamadıklarımız. Ve sana söylemek istediğim en güzel söz : henüz söylemememiş olduğum sözdür... -------------------------------------------------------------------------------- 30 Eylül 1945 Seni düşünmek güzel şey ümitli şey dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey. Fakat artık ümit yetmiyor bana, ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum... -------------------------------------------------------------------------------- 18 Ekim 1945 Kale kapısıdan çıkarken ölümle buluşmak üzre, son defa dönüp baktığımızda şehre, sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz : "- Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü, çalıştık gücümüzün yettiği kadar seni bahtiyar kılalım diye. Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin, devam ediyor hayat. İçimiz rahat, gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, işte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri..." -------------------------------------------------------------------------------- 8 Kasım 1945 Uzaktaki şehrimin damları üzerinden ve Marmara denizinin dibinden geçip sonbahar topraklarını aşarak olgun ve ıslak geldi sesin. Bu, üç dakikalık bir zamandı. Sonra, telefon simsiyah kapandı... -------------------------------------------------------------------------------- Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 BU VATANA NASIL KIYDILAR? İnsan olan vatanını satar mı? Suyun içip ekmeğin yediniz, Dünyada vatandan aziz şey var mı? Beyler bu vatana nasıl kıydınız? Onu didik didik didiklediler, saçlarından tutup sürüklediler, ******ürüp kâfire: "Buyur..." dediler. Beyler bu vatana nasıl kıydınız? Eli kolu zincirlere vurulmuş, vatan çırıl çıplak yere serilmiş. Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş. Beyler bu vatana nasıl kıydınız? Gün gelir çark düzüne çevrilir, günü gelir hesabınız görülür. Günü gelir sualiniz sorulur : Beyler bu vatana nasıl kıydınız? (1959) Link to comment Share on other sites More sharing options...
AegeaN BluE Posted June 3, 2007 Share Posted June 3, 2007 Kuvayi Milliye Destânı başlangıç onlar onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman. en bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır. asırda onlar yendi, onlar yenildi. çok sözler edildi onlara dair ve onlar için : zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi. birinci bap yil 1918-1919 ve karayilan hikâyesi ateşi ve ihaneti gördük ve yanan gözlerimizle durduk bu dünyanın üzerinde. istanbul 918 teşrinlerinde, izmir 919 mayısında ve manisa, menemen, aydın, akhisar : mayıs ortalarından haziran ortalarına kadar yani tütün kırma mevsimi, yani, arpalar biçilip buğdaya başlanırken yuvarlandılar... adana, antep, urfa, maraş : düşmüş dövüşüyordu... ateşi ve ihaneti gördük. ve kanlı bankerler pazarında memleketi alaman'a satanlar, yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar düştüler can kaygusuna ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından karanlığa karışarak basıp gittiler. yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat, dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, iki kat soyulmamak için. ateşi ve ihaneti gördük. murat nehri, canik dağları ve fırat, yeşilırmak, kızılırmak, gültepe, tilbeşar ovası, gördü uzun dişli ingiliz'i. ve aksu'yla köpsu, karagöl'le söğüt gölü ve gümüş basamaklı türbesinde yatan büyük, âşık ölü, şapkası horoz tüylü italyan'ı gördü. ve çukurova, kıyasıya düzlük, uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya ve seyhan ve ceyhan ve kara gözlü yürük kızı, gördü mavi üniformalı fransız'ı. ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte. eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu ve ağalar : bağdasar ağa'dan kellesi büyük mehmet ağa'ya kadar, düşmanla birlik oldular. ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, ******ürüp, gelinlerin ırzına geçip, çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan ve çığ gibi çoğaldı çeteler ve köylülerden paşalar görüldü, kara donlu köylülerden. ve bizim tarafa geçenler oldu tunuslu ve hindli kölelerden. ve türkistanlı hacı ahmet, kısık gözleri, seyrek sakalı, hafif makinalı tüfeğiyle dağlarda bir başına dolaştı. ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin, ne zaman sıkışsa bizimkiler, peyda oluverdi, yerden biter gibi o ve ateş etti ve düşmanı dağıttı ve kayboldu dağlarda yine. ateşi ve ihaneti gördük. dayandık, dayandık her yanda, dayandık izmir'de, aydın'da, adana'da dayandık, dayandık, urfa'da, maraş'ta, antep'te. antepliler silâhşor olur, uçan turnayı gözünden kaçan tavşanı ard ayağından vururlar ve arap kısrağının üstünde taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar. antep sıcak, antep çetin yerdir. antepliler silâhşor olur. antepliler yiğit kişilerdir. karayılan karayılan olmazdan önce antep köylüklerinde ırgattı. belki rahatsızdı, belki rahattı, bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular, yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar. yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur, onun atı, silâhı, toprağı yoktu. boynu yine böyle çöp gibi ince ve böyle kocaman ******ydı karayılan karayılan olmazdan önce. düşman antep'e girince antepliler onu korkusunu saklayan bir fıstık ağacından alıp indirdiler. altına bir at çekip eline bir mavzer verdiler. antep çetin yerdir. kırmızı kayalarda yeşil kertenkeleler. sıcak bulutlar dolaşır havada ileri geri... düşman tutmuştu tepeleri, düşmanın topu vardı. antepliler düz ovada sıkışmışlardı. düşman şarapnel döküyordu, toprağı kökünden söküyordu. düşman tutmuştu tepeleri. akan : antep'in kanıydı. düz ovada bir gül fidanıydı karayılan'ın karayılan olmazdan önceki siperi. bu fidan öyle küçük, korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun, namlıya tek fişek sürmeden yatıyordu yüzükoyun. antep sıcak, antep çetin yerdir. antepliler silâhşor olur. antepliler yiğit kişilerdir. fakat düşmanın topu vardı. ve ne çare, kader, düz ovayı antepliler düşmana bırakacaklardı. «karayılan» olmazdan önce umurunda değildi karayılan'ın kıyamete dek düşmana verseler antep'i. çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar. yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi, korkaktı da bir tarla sıçanı kadar. siperi bir gül fidanıydı onun, gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun ak bir taşın ardından kara bir yılan çıkardı kafasını. derisi ışıl ışıl, gözleri ateşten al, dili çataldı. birden bir kurşun gelip kafasını aldı. hayvan devrildi kaldı. karayılan karayılan olmazdan önce kara yılanın encâmını görünce haykırdı avaz avaz ömrünün ilk düşüncesini . «ibret al, deli gönlüm, demir sandıkta saklansan bulur seni, ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.» ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olan, fırlayıp atlayınca ileri bir dehşet aldı anteplileri, seğirttiler peşince. düşmanı tepelerde yediler. ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarla sıçanı kadar korkak olana : karayilan dediler. «karayılan der ki : harbe oturak, kilis yollarından kelle getirek, nerde düşman varsa orda bitirek, vurun ha yiğitler namus günüdür...» ve biz de bunu böylece duyduk ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen karayılan'ı ve anteplileri ve antep'i aynen duyup işittiğimiz gibi destânımızın birinci bâbına koyduk. ikinci bap yil yine 1919 ve istanbul'un hâli ve erzurum ve sivas kongreleri ve kambur kerim'in hikâyesi biz ki istanbul şehriyiz, seferberliği görmüşüz : kafkas, galiçya, çanakkale, filistin, vagon ticareti, tifüs ve ispanyol nezlesi bir de ittihatçılar, bir de uzun konçlu alman çizmesi 914'ten 18'e kadar yedi bitirdi bizi. mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker erimiş altın pahasında gazyağı ve namuslu, çalışkan, fakir istanbullular sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında. yedikleri mısır koçanıydı ve arpa ve süpürge tohumu ve çöp gibi kaldı çocukların boynu. ve lâkin tarabya'da, pötişan'da ve ada'da kulüp'te aktı ren şarapları su gibi ve şekerin sahibi kapladı miloviç'in yorganına 1000 liralıkları. miloviç de beyaz at gibi bir karı. bir de sakalı halife'nin, bir de vilhelm'in bıyıkları. biz ki istanbul şehriyiz, güzelizdir, dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir. öfkeli, büyük bir şair : «ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir» demiş bize ve bir başkası, yekpare acem mülkünü fedâ etti bir sengimize. biz ki istanbul şehriyiz, işte, arzederiz halimizi türk halkının yüce katına. mevsim yazdır, 919'dur. ve teşrinlerinde geçen yılın dört düvele teslim ettiler bizi, gözü kanlı dört düvele anadan doğma çırılçıplak. ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz. biz ki istanbul şehriyiz, fransız, ingiliz, italyan, amerikan bir de yunan, bir de zavallı afrika zencileri yer bitirir bizi bir yandan, bir yandan da kendi köpek döllerimiz : vahdettin sultan, ve damadı ferit ve ingiliz muhipleri ve mandacılar. biz ki istanbul şehriyiz, yüce türk halkı, malûmun olsun çektiğimiz acılar... 919 temmuzunun 23'üncü günü pek mütevazı bir mektep salonunda in'ikad etti erzurum kongresi. erzurum'un kışı zorludur balam, tandırında tezek yakar erzurum, buz tutar yiğitlerinin bıyığı ve geceleyin karlı ovada kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı. erzurum'da kavaklar, balam, erzurum'da kavaklar tane tane, kavaklarda tane tane yapraklar. ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar. erzurum'un düzdür, topraktır damı. erzurum güzelleri giyer, balam, incecik ak yünden ehramı. yürek boynun büker, balam, erzurumlu türkülere. halim selimdir erzurum'un adamı ve lâkin dönmesin gözü bir kere!... erzurum'da on dört gün sürdü kongre : orda, mazlum milletlerden bahsedildi bütün mazlum milletlerden ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların. orda, bir şûrayı millî'den bahsedildi, iradei milliyeye müstenit bir şûrayı millî'den. buna rağmen, «âsi gelmiyelim» diyenler vardı, «makamı hilâfet ve saltanata.» hattâ casuslar vardı içerde. buna rağmen, «bütün aksâmı vatan birküldür» denildi. «kabul olunmaz,» denildi, «manda ve himaye...» buna rağmen, istanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, türk halkından kesmişlerdi umudu. yağdırıldı telgraflar erzurum'a : «amerikan mandası altına girelim,» diye. «istiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma bugün bu, diyorlardı, mümkün değil, birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde, şu halde, diyorlardı, şu halde, memâliki osmaniye'nin cümlesine şâmil amerikan mandaterliğini talep etmeği memleketimiz için en nâfi bir şekli hal kabul ediyoruz.» fakat bu şekli halli kabul etmedi erzurumlu. erzurum'un kışı zorludur balam, buz tutar yiğitlerin bıyığı. erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam, kabullenmez yılgınlığı... istanbul'da hanımlar, beyler, paşalar, tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri ve biçare telgraf telleri devretmek için amerika'ya anadolu'yu şöyle diyorlardı erzurum'dakilere : «bizi bir başımıza bıraksalar, tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız. işte bu yüzden amerika çok işimize geliyor. filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti amerika. ne olacak, biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, sonra yeni dünya'nın sayesinde istiklâli kafasında ve cebinde taşıyan bir türkiye vücuda geliverir. amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına nasıl bir idare kurduğunu avrupa'ya göstermek ister. hem artık işi uzatmağa gelmez. çok tehlikeli anlar yaşıyoruz. sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir : türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.» 4 eylül 919'da toplandı sıvas kongresi, ve 8 eylülde kongrede bu sefer yine ortaya çıktı amerikan mandası. ak koyunla kara koyunun geçitte belli olduğu günlerdi o günler. ve istanbul'dan gelen bazı zevat, sapsarı yılgınlıklarıyla beraber ve ihanetleriyle birlikte bir de amerikan gazeteci getirmiştiler. ve erzurumlulardan ve sıvaslılardan ve türk milletinden çok işbu mister bravn'a güveniyorlardı. bu zevata : «istiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!» denildi. fakat ayak diredi efendiler : «mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,» dediler, «herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,» dediler, «hem zaten,» dediler, «birbirine mani şeyler değildir istiklâl ile manda. ve esasen,» dediler, «müstakil kalamayız böyle bir zamanda. memleket harap, toprak çorak, borcumuz 500 milyon, vâridat ise 15 milyon ancak. ve allah muhafaza buyursun izmir kalsa yunanistan'da ve harbetsek, düşmanımız vapurla asker getirir. biz erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz? mandayı kabul etmeliyiz, hemen,» dediler. «onlar dretnot yapıyor, biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. hem, istanbul'daki amerikan dostlarımız : mandamız korkunç değildir, diyorlar, cemiyeti akvam nizamnamesine dahildir, diyorlar.» ve böylece, bin dereden su getirdi istanbul'dan gelen zevat. sıvas, mandayı kabul etmedi fakat, «hey gidi deli gönlüm,» dedi, «akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, ya istiklal, ya ölüm!» dedi. kambur kerim de böyle dedi aynen. adapazarlıydı kambur kerim. seferberlikte ölen babası marangozdu. seferberlik denince aklına kerim'in : çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü, fahri bey çiftliğinde patates toplayıp kaz gütmek, mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı fakat alnı çizgiler içinde anası gelir. 335'te kerim eskişehir'e gitti, mektebe, teyzelerine ve dayısına. dayısı şimendiferde makinistti. düşman elindeydi eskişehir. kerim on dört yaşındaydı, kamburu yoktu. dümdüzdü fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu. dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın) hintli askerlerle dost oldu kerim. bunlar (şaşılacak şey) türkçe bilmeyen ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak, avuçlarının üstü esmer, içi ak ve tel örgülerin üzerinden kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı. kocaman bir ambarları vardı, kerim içinde oynardı. ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm, (şaşılacak şey, katırların yemesi için) ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar. bir gün dedi ki makinist dayısı kerim'e : «ambardan silâh çalıp bana getir, gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.» ve ambardan silâh çaldı kerim : bir bir tane daha beş on. aldattı hindistanlı dostlarını zeybekleri daha çok sevdiğinden. zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti, kerim geçirdi onları istasyona kadar. ertesi gün lefke köprüsünü atıp zeybekler gelince eskişehir'e dayısı kerim'i elinden tutup verdi onlara. ve işte o günden sonra bugüne kadar kahraman bir türküdür ömrü kerim'in. eskişehir'den alıp onu «kocaeli grubu» paşasına ******ürdüler. çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu. çabucak öğrendi kerim ata binmeyi, sığırtmaç olmayı -zaten bilgisi vardı bunda- kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, gizlenmeyi ormanda. ve bütün bu marifetleriyle kerim kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak ve «geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak düşman içinden geçip getirdi haber ******ürdü haber. onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler, bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o. ve bir fidan gibi düz bir fidan gibi cesur bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun sevinçle oynadığı bu müthiş oyun sürdü 1337'ye kadar... kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir : yüksek kalın. gökyüzü gözükmez. durgun bir geceydi. hafif yağmur yağmıştı biraz önce. fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri kerim'in. solda ilerde tepenin eteğinde ateş yanıyordu : «tekneciler» diye anılan gâvur çetelerinin olmalı. dallardan damlalar düşüyordu kerim'in yüzüne. beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor. ipsiz recep'in yanından dönüyordu kerim. kâatlar ******ürmüş kâatlar getiriyor. birdenbire durdu beygir, heykel gibi, -tekneciler'in ateşini görmüş olacak- sonra birdenbire dörtnala kalktı. şaşırdı kerim. dizginleri bıraktı. sarıldı beygirin boynuna. deli gibi gidiyordu hayvan. çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar. meşeleri ve gürgenleriyle orman karanlık bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan. kim bilir kaç saat böyle gidildi. orman bitti birdenbire. -ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı- ve kerim aynı hızla geldiği zaman armaşa'nın altında başdeğirmenler'e beygir ansızın kapaklandı yere, tekerlendi kerim. doğruldu. ve aklına ilk gelen şey saatına bakmak oldu. kırılmıştı camı. bindi beygire tekrar. hayvan topallıyordu biraz. uslu uslu yola koyuldular. sol kulağı kanıyordu kerim'in, kirezce'ye geldiler (sapanca'yla arifiye arası), kerim durdu, biraz zor nefes alıyordu. geyve'ye girdi ertesi akşam. beli o kadar ağrıyordu ki inemedi beygirden indirdiler. kerim'i bir yaylıya bindirdiler. adapazarı. sonra belki on gün, belki on beş, kağnılar, mekkâre arabaları, sonra, gitgide daralan nefesi, yahşıhan, konya, sile nahiyesi (burda malûl gaziler için takma kol ve bacak yapılıyordu), ve nihayet hatçehan köyünden çıkıkçı şerif usta. hâlâ rüyalarında görür kerim incecik bir yoldan eşekle gelip üzerine doğru eğilen bu çiçekbozuğu insan yüzünü. usta, ovdu kerim'i bayıltıncaya kadar. sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini. yirmi gün geçti aradan. ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden kerim'i kambur çıkardılar. üçüncü bap yil 1920 ve arhaveli ismail'in hikâyesi ateşi ve ihaneti gördük. düşman ordusu yine başladı yürümeğe. akhisar, karacabey, bursa ve bursa'nın doğusunda aksu, çarpışarak çekildik... 920'nin 29 ağustos'u : uşak düştü. yaralı ve dehşetli kızgın fakat toprağımızdan emin, dumlupınar sırtlarındayız. nazilli düştü. ateşi ve ihaneti gördük. dayandık dayanmaktayız. 1920 şubat, nisan, mayıs, bolu, düzce, geyve, adapazarı : içimizde hilâfet ordusu, anzavur isyanları. ve aynı sıradan, 3 ekim konya. sabah. 500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla delibaş girdi şehre. alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. ve manavgat istikametlerinde kaçıp ölümlerine giderken terkilerinde kesilmiş kafalar ******ürdüler. ve 29 aralık kütahya : 4 top ve 1800 atlı bir ihanet yani çerkez ethem, bir gece vakti kilim ve halı yüklü katırları, koyun ve sığır sürülerini önüne katıp düşmana geçti. yürekleri karanlık, kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, atları ve kendileri semizdiler... ateşi ve ihaneti gördük. ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. beygirler çirkindiler, bakımsızdılar, hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. fakat bozkırda kişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. insanlar uzun asker kaputluydu, yalnayaktı insanlar. insanların başında kalpak, yüreklerinde keder, yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. insanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. insanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarında unutulmuştular. ve orda sargı, deri ve asker postalları halinde yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden eğrilip bükülmüştü ve avuçlarında toprak ve kan vardı. ve asker kaçakları, korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. acıkmıştılar, merhametsizdiler, bedbahttılar. şosenin ıssız beyazlığına inip nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor ve bolu dağında ekmek bulamadıkları için deviriyorlardı uçurumlara : şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları. ve çok uzak, çok uzaklardaki istanbul limanında, gecenin bu geç vakitlerinde, kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları : hürriyet ve ümit, su ve rüzgârdılar. onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. tekneleri kestane ağacındandı, üç tondan on tona kadardılar ve lâkin yelkenlerinin altında fındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağı ******ürürlerdi. şimdi, büyük sırlarını ******ürüyorlardı. şimdi, denizde bir insan sesinin ve demirli şileplerin kederlerini ve kabataş açıklarında sallanan saman kayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıp ve karanlık suda amerikan taretlerinin önünden akıp küçük, kurnaz ve mağrur gidiyorlardı karadeniz'e. dümende ve başaltlarında insanları vardı ki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler... karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi ingiliz torpitosudur. ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan : şaban reisin beş tonluk takası. kerempe fenerinin yirmi mil açığında, gecenin karanlığında, dalgalar minare boyundaydılar ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. rüzgar : yıldız - poyraz. esirlerini bordasına alıp kayboldu ingiliz torpitosu. şaban reisin teknesi ateşten diregiyle gömüldü suya. arheveli ismail bu ölen teknedendi. ve şimdi kerempe fenerinin açığında, batan teknenin kayığında emanetiyle tek başınadır, fakat yalnız değil : rüzgârın, bulutların ve dalgaların kalabalığı, ismail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu. arheveli ismail kendi kendine sordu : «emanetimizle varabilecek miyiz?» kendine cevap verdi : «varmamış olmaz.» gece, tophane rıhtımında kamacı ustası bekir usta ona : «evlâdım ismail,» dedi, «hiç kimseye değil,» dedi, «bu, sana emanettir.» ve kerempe fenerinde düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, ismail, reisinden izin isteyip, «şaban reis,» deyip, «emaneti yerine ******ürmeliyiz,» deyip atladı takanın patalyasına, açıldı. «allah büyük ama kayık küçük» demiş yahudi. ismail bodoslamadan bir sağnak yedi, bir sağnak daha, peşinden üç-kardeşler. ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı. rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor : sıvastopol'a giden bir geminin sancak feneri. elleri kanayarak çekiyor ismail kürekleri. ismail rahattır. kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde, ismail unsurunun içinde. emanet : bir ağır makinalı tüfektir. ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini ta ankara'ya kadar gidip onu kendi eliyle teslim edecektir. rüzgâr bocalıyor. belki karayel gösterecek. en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. fakat ismail ellerine güvenir. o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar. rüzgâr karayel göstermedi. yüz kerte birden atlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü. ismail beklemiyordu bunu. dalgalar bir müddet daha yuvarlandılar teknenin altında sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu. ismail şaşırıp bıraktı kürekleri. ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. bir ürperme geldi ismail'in içine. ve bir balık gibi ürkerek, bir sandal bir çift kürek ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri, yüklendi küreklere, kırıldı kürekler. sular tekneyi açığa sürüklüyor. artık hiçbir şey mümkün değil. kaldı ölü bir denizin ortasında kanayan elleri ve emanetiyle ismail. ilkönce küfretti. sonra, «elham» okumak geldi içinden. sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti. sonra... sonra, malûm olmadı insanlara arhaveli ismail'in âkıbeti... dördüncü bap nurettin eşfak'in bir mektubu ve bir şiiri kardeşim, sana bu mektubu ankara'da kuyulu kahvede yazıyorum. hep aynı anadolu havalarını çalıyor gramofon kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla, dışarda yağmur... mektepten istifa ettim. cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle. çocuklarımıza türkçe okutmak, öğretmek, sevdirmek onlara dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini, güzel şey, büyük şey. fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede daha büyük daha güzel. biliyorum : iş bölümünden bahsedeceksin. fakat, ankara'da çocuklara ders vermek, bozkırda ateş hattına girmek haksız ve hazin bir iş bölümü. öyle günlerde yaşıyoruz ki ben bir iş yapabildim diyebilmek için : hep alnının ortasında duyacaksın ölümü. bak, tam sana bunları yazarken asker geçiyor sokaktan ; yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak meclis'in önüne doğru iniyorlar, istasyona gidecekler. ve türkü söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi, sesini incelterek marş okuyor genç türk köylüsü : «ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak...» yüzleri mühim, dalgın ve yorgun. tıraşları uzamış biraz. elleri büyük ve esmer. elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler. yine birdenbire yunus emre geldi aklıma. başka türlü anlıyorum ben yunus'u : bence onda bütün bir devir dile gelmiş türk köylüsü : öte dünyaya dair değil, bu dünyaya dair kaygılarıyla... bir şiir yazdım, garip bir şiir, «türk köylüsü» diye. bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak? her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim. kardeşin nurettin eşfak türk köylüsü topraktan öğrenip kitapsız bilendir. hoca nasreddin gibi ağlayan bayburtlu zihni gibi gülendir. ferhad'dır kerem'dir ve keloğlan'dır. yol görünür onun garip serine, analar, babalar umudu keser, kahbe felek ona eder oyunu. çarşambayı sel alır, bir yâr sever el alır, kanadı kırılır çöllerde kalır, ölmeden mezara koyarlar onu. o, «yûnusû biçâredir baştan ayağa yâredir», ağu içer su yerine. fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine ve bir kerre vakterişip «-gayrık yeter!...» demesinler. bunu bir dediler mi, «isrâfil sûrunu urur, mahlûkat yerinden durur», toprağın nabzı başlar onun nabızlarında atmağa. ne kendi nefsini korur, ne düşmanı kayırır, «dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...» beşinci bap 920'nin 16 marti ve manastirli hamdi efendi ve reşadiyeli veli oğlu memet'in hikâyesi «bu hamiyetli ve cesur, manastırlı hamdi efendi olmasaydı, istanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. istanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. bir ucu ankara'da bulunan telin istanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?» (nutuk, s. 295, devlet basımevi, istanbul 1938) 920'nin 16 martı. öğleden evvel saat onda makina başında şöyle bir telgraf aldı ankara'daki : «der-aliye 16/3/1920. ingilizler bastı bu sabah şehzadebaşı'ndaki muzika karakolunu. müsademe edildi. işgal altına alıyorlar istanbul'u şimdi. berâyi malûmat arzolunur. manastırlı hamdi.» 920'nin 16 martı. harbiye nezareti telgrafhanesi buldu ankara'yı : «etrafta dolaşıyor ingiliz askerleri. şimdi işte ingiliz askerleri giriyorlar nezarete. işte giriyorlar içeri. nizamiye kapısına. teli kes. ingilizler burdadır.» 920'nin 16 martı. manastırlı hamdi efendi buldu ankara'dakini tekrar : «paşa hazretleri, harbiye telgrafhanesini de işgal etti ingiliz bahriye askeri tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor. vaziyet vehamet kesbediyor efendim. paşa hazretleri, emri devletlerine muntazırım. 16 mart 1920 hamdi» 920'nin 16 martı. durumu bir daha tekrar etti hamdi efendi : «sabah bizim asker uykuda iken ingiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor. neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup ingilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp beyoğlu ve tophane'yi işgal edip. işte beyoğlu telgrafhanesi de yok. işte beyoğlu telgraf memurları geldiler. kovmuşlar. burası da işgal olunacaktır bir saata kadar. şimdi haber aldım efendim.» 920'nin 16 martı uykuda kesti kâfir üçümüzü, kurşuna dizdi kâfir ikimizi. ingiliz'in hepsi değil domuzu sabaha karşı aldı canımızı. 920'nin 16 martı basıldı vezneciler'de karargâh. uyan be tosunum uyan. üçümüzü uykuda kesti kâfir, üçümüz : abdullah çavuş, şarkışla'dan osman, bir de zileli abdülkadir. 920'nin 16 martı bozdoğan kemeri'nde kurşuna dizdi kâfir ikimizi. ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı, reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi. 920'nin 16 martı uykuda kesti kâfir üçümüzü. soktu osman'ın karnına kasaturayı, bastı göğsüne kâfirin dizi. dört çocuk babasıydı abdullah çavuş. doymadı dünyasına abdülkadir. üçümüzü uykuda kesti kâfir, kurşuna dizdi ikimizi. 920'nin 16 mart sabahı, karakolun karşısında bırakmadım elimden silâhı, yere serdim iki ingiliz'i. senin ırzını kurtardım istanbul'um, sana can feda çakır gözlü gülüm. üçümüzü uykuda kesti kâfir, kurşuna dizdi ikimizi. şimdi üçümüz : abdullah ve osman ve abdülkadir, taşları yan yana yatar eyüp'te. arama, bulamazsın ikimizin kabrini, belki maşrıkta, belki mağripte, biz de bilemeyiz yerini. uykuda kestiler üçümüzü, kurşuna dizdiler ikimizi, ahmet oğlu nasuh arkadaşımın adı, reşadiyeli veli oğlu memet benimkisi. bir de altıncımız var, kara kaytan bıyıklı bir şehit, son mekânı şöyle dursun, adını da bilen yok... altinci bap muharebeler ve düşman elinde kalanlar ve kartalli kâzim'in hikâyesi inönü meydanı, yavrum, rüzgâr, soğuklar insanı arı gibi haşlıyor. zemheriler bitti diyelim, hamsin ya başladı, ya başlıyor. muharebe beş gün beş gece sürdü. kan gövdeyi ******ürdü. ve nihayetinde düşmanlar karın üstünde top arabaları, sandıklar dolusu konyak, altı kamyon bıraktılar. sonra, kaçarlarken, yavrum, köyleri, köprüleri yaktılar... bu, birinci inönü, sonra ikincisi : 23 mart 1921 günü düşmanın bursa ve uşak grupları üstümüze yürüyor. onlarda, topçu ve piyade bizden üç kere fazla, bizim atlımız çok. atların makanizması, hartucu, namlusu yoktur ve kılıç çıplak, ucuz bir demirdir. 26 mart : akşam. sağ cenah ilerimize yanaştılar. 27 mart : bütün cephelerde temas. 28, 29, 30 : kavgaya devam. ve martın 31'inci gecesinde, (ayışığı var mıydı bilmiyorum) inönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu. ve ertesi gün 1 nisan : metristepe aydınlanıyor. saat altı otuz. bozöyük yanıyor. düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir. sonra, 8 nisandan 11 nisana kadar : dumlupınar. sonra, haziran. bir yaz gecesi. dünyada yalnız pırıltılar ve böceklerin sesi. sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz. basarak aldık adapazarı'nı. ve dolaşıp sapanca gölü'nün sazlıklarını yanaştık izmit'in doğusunda çuha fabrikasına. düşman, kısmen gemilere binerek denizden ve kısmen karamürsel üzerinden bursa'ya çekilip boşalttı izmit şehrini gece yarısı. sonra 23 ağustos : sakarya melhamei kübrâsı ki devamı 13 eylül gününe kadardır. bizim kırk bin piyademiz, dört bin beş yüz atlımız, düşmanın seksen sekiz bin piyadesi, üç yüz topu vardır. harp meydanının kuzey yanı sakarya ve dağlardır : keskin ve dik yamaçlarıyla ve kireçli toprakları ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak haşin ve münzevi çam ağaçlarıyla abdülselâm-dağı, gökler-dağı, dağlar. ve sakarya'dan bu havalide yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir. ankara suyunun döküldüğü yerden eskişehir kuzeybatısına kadar sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir. güneyde ve güneydoğuda yapraksız ve hazin geniş ve uzun ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan ölmek arzusu veren cihanbeyli ovası : çöl... bu çölün, bu dağların, bu nehrin ve bizim önümüzde yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı. buna rağmen : sene 1922 ve 15 vilâyet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir. inanılmaz şeyler düşmandadır ki bunların arasında : 7 göl, 11 nehir ve köklerinde baltamızın yarası ve yangınlarıyla bizim olan yüz kere yüz bin dönüm orman, bir tersane, iki silâh fabrikası, ve 19 körfez ve liman ki belki birçoğunun rıhtımı, mendireği, kırmızı, yeşil fenerleri yoktur ve belki sularında ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı, fakat onlar tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler. sonra, 3 deniz, 6 kol tren hattı, sonra, göz alabildiğine yol : sılaya gittiğimiz, gurbette göründüğümüz ve neden ve niçin olduğunu sormadan çöle, çanakkale'ye, ölüme gittiğimiz yol ve sonra toprak ve o toprağın insanları : uşak tezgâhlarının halı dokuyanları, klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur manisa'lı saraçlar, yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar ve kurnaz ve cesur ve ağırbaşlı ve çapkın ve kütleleriyle delikanlı istanbul ve izmir işçileri ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân, kıl çadırlı yürükleri aydın'ın, ve sonra, ırgat, ortakçı, maraba, davarlı ve davarsız, yarım meşin çizmeli ve ham çarıklı köylüler. 15 vilâyet ve sancak ve 9 büyük şehir düşman elindedir. mehtaplı bir gece, gümüş bir kutunun içindesin : ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız. ya çok seslidir ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten. yatıyor filintasının arkasında kartallı kâzım. kız gibi osmanlı filintası. parlıyor arpacık namlının ucunda : yüz yıllık yoldaymış gibi uzak ve bir damlacık. kâzım emir aldı merkezden : gebze'deki ingiliz'in tercümanı vurulacak. köylerde teşkilât kurmuş tercüman mansur : satıyor bizimkileri. kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri. işte sökün etti mansur karşıdan : beygirin üzerinde. beygir yüksek, ingiliz kadanası. kendi halinde yürüyor hayvan ortasında demiryolunun sallana sallana, ağır ağır. tercüman herhalde bırakmış dizginleri, başı sallanıyor, belki de uyuyor üzerinde beygirin. yaklaştıkça büyüyor herif. zaten mehtapta heybetli görünür insan. arada kaldı kalmadı dört yüz adım, namlıyı kaldırdı birazcık kâzım, nişan aldı sallanan başına mansur'un. soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü. bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan, -ağaç çınar-. kuş ürkmüş olacak. çevrildi kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana, mehtapla yüz yüze geldiler. mehtap koskocaman, desdeğirmi, bembeyaz. ve kâzım'ın gözünü aldı âdeta. zaten bu yüzden, tekrar göz, gez, arpacık ve filintayı ateşlediği zaman ilk kurşun mansur'un başını delecek yerde galiba omuzuna girdi. herif «hınk» dedi bir, beygirin başını çevirdi dörtnal kaçıyor. yetiştirdi ikinci kurşunu kâzım. beygirin üstünde sola yıkıldı mansur. üçüncü kurşun. tercüman düştü beygirden. fakat bir ayağı üzengiye takılı kalmış, sürüklendi kaçan hayvanın peşinde biraz, sonra kurtuldu ki ayağı yıkılıp kaldı olduğu yerde. yamaca sardı beygir. kalktı kâzım, yürüdü mansur'a doğru, üzerinden kâatları alacak. arada dört telgraf direği yalnız, ellişerden iki yüz metre eder. mansur doğruldu ansızın, kaçıyor bayır aşağı. filintayı omuzladı kâzım. dördüncü kurşun. yıkıldı herif. koştu kâzım. doğruldu yine mansur. yürüyor sarhoş gibi sallanarak, kaçmıyor artık, yürüyor. kâzım da bıraktı koşmayı. deniz kıyısına indiler. orda boş bir fabrika var, bir de beyaz bir ev, tahta iskelesi iner denizin içine kadar. mansur suya giriyor, kâatlar ıslanacak. beşinci kurşunu yaktı kâzım. suya düşüp kaldı önde giden ve kâzım tazelerken şarjörü bir ışık yandı beyaz evde, bir pencere açıldı. galiba bir kadın baktı dışarıya.. boğazlanıyormuş gibi bağırdı mansur. pencere kapandı, ışık söndü. tercüman attı kendini tahta iskeleye. art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünüp tırmanıyor. hay anasını, ay da denize düşmüş toplanıp dağılıyor, dağılıp toplanıyor. velhasıl, lâfı uzatmıyalım, mansur'un işini bıçakla bitirdi kâzım. kâatlar kan içindeydi. fakat kan kapatmıyor yazıyı... namussuzun biriydi mansur, muhakkak. düşmana satılmıştı, orası öyle. kaç kişinin başını yedi, malûm. ama ne de olsa mehtapta herif beygirin üzerinde uyumuş geliyordu. demek istediğim, böyle günlerde bile, böyle bir adamı bile bu çeşit öldürüp ortalık duruldukta, yıllarca sonra mehtaba baktığın vakit üzüntü çekmemek için, ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak, yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin, kâzım'ınki taştan değildi çok şükür, fakat namuslu. ne malûm? dersen : dövüştü pir aşkına, yaralandı birkaç kere ve saire. ve kavga bittiği zaman ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman. kavgadan önce kartal'da bahçıvandı, kavgadan sonra kartal'da bahçıvan... yedinci bap 922 ağustos ayi ve kadinlarimiz ve 6 ağustos emri ve bir âletle bir insanin hikâyesi ayın altında kağnılar gidiyordu. kağnılar gidiyordu akşehir üstünden afyon'a doğru. toprak öyle bitip tükenmez, dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmiyecekti. kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle. ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar, ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında ve ayakları altından akan toprak, toprak ve topraktı. gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. ve kadınlar birbirlerinden gizliyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. ve kadınlar, bizim kadınlarımız : korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. ve on beşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu. ve ayın altında kağnılar yürüyordu akşehir üstünden afyon'a doğru. «6 ağustos emri» verilmiştir. birinci ve ikinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla yer değiştiriyordu, yer değiştirecek. 98956 tüfek, 325 top, 5 tayyare, 2800 küsur mitralyöz, 2500 küsur kılıç ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz kımıldanıyordu gecenin içinde. gecenin içinde toprak. gecenin içinde rüzgâr. hatıralara bağlı, hatıraların dışında, gecenin içinde : insanlar, âletler ve hayvanlar, demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup, korkunç ve sessiz emniyetlerini birbirlerine sokulmakta bulup, kocaman, yorgun ayakları, topraklı elleriyle yürüyorlardı. ve onların arasında birinci ordu ikinci nakliye taburu'ndan istanbullu şoför ahmet ve onun kamyoneti vardı. bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet : ihtiyar, cesur, inatçı ve şirret. kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine şasinin altına, dingilin üzerine budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen ve kalb ağrılarıyla ve on kilometrede bir karanlığa yaslanıp durduğu halde ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu : «6 ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından «... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan 100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu. ihzar ve teşkil olunanlar, bu meyanda ahmet'in kamyoneti, insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip afyon - ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı. ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı. bu şarkı nihaventtir ve beyaz tenteli sandalları, siyah mavnaları, güneşli karpuz kabuklarıyla bir deniz kıyısındadır şehir. vantilâtörde adedi devir düşüyor gibi. arkadaşlar ileri geçtiler. ay battı. manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret. sen süleymaniyelisin oğlum ahmet, çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip bücür'ü, kalk, sıra servilerin önünden yürü, çeşmeyi geç, mektep bahçesi, medreseler, orda, harbiye nezareti'nin arka duvarında siyah çarşaflı bir kadın çömelip yere darı serper güvercinlere ve papelciler şemsiye üstünde papaz açarlar. motor mızıkçılık ediyor, bizi dağ başlarında bırakacak meret. ne diyorduk oğlum ahmet? dökmeciler sağda kalır, derken, uzunçarşı'ya saparken, köşede, sol kolda seyyar kitapçı : «hikâyei billûr köşk», altı cilt «tarihi cevdet» ve «fenni tabâhat». tabâhat, mutfaktan gelirmiş, yani yemek pişirmek. hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek. yaldızlı kuyruğundan tutup bir salkım üzüm gibi yersin. ilerde bir süvari kolu gidiyor, saptılar sola. uzunçarşı'yı dikine inersin. sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler. ve sen istanbullu, sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan şaşarsın istanbullulara : ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin. rüstem paşa camii. urgancılar. urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır. zindankapı, babacafer. uzakta balıkpazarı. kuruyemişçiler. yemiş iskelesindeyiz : sandalları, mavnaları, güneşli karpuz kabuklarıyla yüzüne hasret kaldığım deniz. sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne? inip baksam... yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip eyüp'te niyet kuyusu'na gittikti. elleri yumuk yumuk, bacakları biraz çarpıktı ama, yeşil zeytin tanesi gibi gözler. kaşları da hilâl gibi çekikti. tam kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü... lastik hava kaçırıyor. derdine deva bulmazsak eğer... dur bakalım babacafer... üç numrolu kamyonet durdu. karanlık. kriko. pompa. eller. küfreden ve küfrettiğine kızan elleri lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken ahmet hatırladı : bir gece nüzüllü babaannesini sedirden sedire taşırken kadıncağız... iç lastik boydan boya patladı. yedek? yok. dağlarda avaz avaz imdat istemek? sen süleymaniyelisin oğlum ahmet, sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet. hem, hani bir koyun varmış, kendi bacağından asılan bir koyun. süleymaniyeli şoför ahmet soyun... soyundu. ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak ve kırmızı kuşak, ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak bırakarak dış lastiğin içine girdiler, şişirdiler. bu şarkı nihaventtir. deniz kıyısında bir şehir... beyaz başörtüsü... saatta elli yapıyoruz... dayan ömrümün törpüsü, dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför ahmet'i, dayan arslan... hiçbir zaman böyle merhametli bir ümitle sevmedi hiçbir insan hiçbir âleti... sekizinci bap 26 ağustos gecesinde saatlar iki otuzdan beş otuza kadar ve izmir rihtimindan akdeniz'e bakan nefer saat 2.30. kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır. gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır. ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını. düşman üç saatlik yerdedir ve hıdırlık-tepesi olmasa afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. küzeydoğuda güzelim-dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor. ovada akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var : akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük bir nehirdir. akarçay dereboğazı'nda değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar. ve kocaman çiçekleri eflâtun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar. ve afyon önünde altıgözler köprüsü'nün altından gündoğuya dönerek ve konya tren hattına rastlayıp yolda büyükçobanlar köyü'nü solda ve kızılkilise'yi sağda bırakıp gider. düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular? birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, yunan'dan önce ve seferberlik'ten evvel selimşahlar çiftliği'nde ırgatlık ederken manisa'da geçerdi gediz'in sularını başı dönerek. dağlarda tek tek ateşler yanıyordu. ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü. paşalar onun arkasındaydılar. o, saatı sordu. paşalar : «üç,» dediler. sarışın bir kurda benziyordu. ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu. bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak kocatepe'den afyon ovası'na atlıyacaktı. saat 3.30. halimur - ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir. izmirli ali onbaşı (kendisi tornacıdır) karanlıkta gözyordamıyla sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi baktı manga efradına birer birer : sağda birinci nefer sarışındı. ikinci esmer. üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyliyen. dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı. beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp urfa'ya girdiği akşam. altıncı, inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona «deli erzurumlu» derdiler. yedinci, mehmet oğlu osman'dı. çanakkale'de, inönü'nde, sakarya'da yaralandı ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, yine de dimdik ayakta kalabilir. sekizinci, ibrahim, korkmıyacaktı bu kadar bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar. ve izmirli ali onbaşı biliyordu ki : tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar. saat 4. ağzıkara - söğütlüdere mıntıkası. on ikinci piyade fırkası. gözler karanlıkta, uzakta. eller yakında, makanizmalar üzerinde. herkes yerli yerinde. tabur imamı mevzideki biricik silâhsız adam : ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına. içi rahattır. cennet, ebedî bir istirahattır. ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı. saat 4.45. sandıklı civarı. köyler. sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu. çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu : dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük... ikinci süvari fırkası'ndan dördüncü bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. geride, köylerde bir horoz öttü. ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü. karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır : baltaibik, sütbeyaz bir denizli horozu. düşmanlar herhal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır... saat beşe on var. kırk dakka sonra şafak sökecek. «korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak». tınaztepe'ye karşı kömürtepe güneyinde, on beşinci piyade fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların genci, uzunu, darülmuallimin mezunu nurettin eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor : -bizim istiklâl marşı'nda aksıyan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam, âkif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum. meselâ, bakın : «gelecektir sana vaadettiği günler hakkın.» hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize. onu biz, kendimiz vaadettik kendimize. bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. «kim bilir belki yarın...» saat beşe beş var. dağlar aydınlanıyor. bir yerlerde bir şeyler yanıyor. gün ağardı ağaracak. kokusu tütmeğe başladı : anadolu toprağı uyanıyor. ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes mâcereda, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın. topçu evvel mülâzımı hasan'ın yaşı yirmi birdi. kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa. baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. şimdi bir hamlede o kadar büyük, öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu. yüzbaşı sordu : - saat kaç? - beş. - yarım saat sonra demek... 98956 tüfek ve şoför ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün âletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle birinci ve ikinci ordular baskına hazırdılar. alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına. nurettin eşfak baktı saatına : - beş otuz... ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz... sonra. sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. bunlar : karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler. sonra. sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik aslıhanlar civarında 30 ağustosa kadar. sonra. sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu. esirler arasında general trikopis : alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk frenk uşağı... yaralı bir düşman ölüsüne takıldı nurettin eşfak'ın ayağı. nurettin dedi ki : «teselyalı çoban mihail,» nurettin dedi ki : «seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...» sonra. sonra, 31 ağustos günü ordularımız izmir'e doğru yürürken serseri bir kurşunla vurulan deli erzurumluydu. devrildi. kürek kemikleri altında toprağı duydu. baktı yukarı, baktı karşıya. gözler hayretle yandılar : önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar. ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. sonra... sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden Link to comment Share on other sites More sharing options...
ysncn_ Posted June 3, 2007 Share Posted June 3, 2007 vatan haini "nâzım hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi hikmet. nâzım hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." bir ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında amiral vilyamson'un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, amerikan amirali amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. "amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi hikmet. nâzım hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ." evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, amerikan üsleri, amerikan bombası, amerikan donanması, topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: nâzım hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. (28.7.962) Link to comment Share on other sites More sharing options...
cumman Posted June 3, 2007 Share Posted June 3, 2007 Başıma gelen çok ilginç bir olayı anlatmak istiyorum. Prag'ta bir cafeye gittim. Cafenin bir duvarı komple nazım hikmetin yağlı boya resmi. Sordum niye Nazımın resmi burada? Anlattılar. Cafenin önünde bir nehir akıyor üstünde köprü var. Nazım orada hergün nehiri izleyip İstanbulu hayal edermiş şiirler yazarmış. Onun böyle hüzünlü bir şekilde hergün nehiri izleyip şiirler yazdığını gören dönemin çok ünlü bir ressamı (ismini hatırlayamıyorum) duvara yağlı boya resmini yapmış. Link to comment Share on other sites More sharing options...
mavikiz Posted June 3, 2007 Author Share Posted June 3, 2007 Başıma gelen çok ilginç bir olayı anlatmak istiyorum. Prag'ta bir cafeye gittim. Cafenin bir duvarı komple nazım hikmetin yağlı boya resmi. Sordum niye Nazımın resmi burada? Anlattılar. Cafenin önünde bir nehir akıyor üstünde köprü var. Nazım orada hergün nehiri izleyip İstanbulu hayal edermiş şiirler yazarmış. Onun böyle hüzünlü bir şekilde hergün nehiri izleyip şiirler yazdığını gören dönemin çok ünlü bir ressamı (ismini hatırlayamıyorum) duvara yağlı boya resmini yapmış. offf hatıraya bak!... Görmek isterdim o resmi. Bir fotoğrafını çekebildin mi cumman? Varsa bana da yollayabilir misin rica etsem? Link to comment Share on other sites More sharing options...
AegeaN BluE Posted June 5, 2007 Share Posted June 5, 2007 offf hatıraya bak!... Görmek isterdim o resmi. Bir fotoğrafını çekebildin mi cumman? Varsa bana da yollayabilir misin rica etsem? Ben de isterim. Bana ne yaa. Link to comment Share on other sites More sharing options...
cumman Posted June 5, 2007 Share Posted June 5, 2007 offf hatıraya bak!... Görmek isterdim o resmi. Bir fotoğrafını çekebildin mi cumman? Varsa bana da yollayabilir misin rica etsem? Fotoğraf çok çektik ama resimler babamlarda kaldı. Buraya gelirken getirirlerse mutlaka yüklerim. Link to comment Share on other sites More sharing options...
arslantay Posted July 13, 2007 Share Posted July 13, 2007 zaten böyle büyük insanların kıymeti öldükten sonra anlaşılıyo Link to comment Share on other sites More sharing options...
Saltuk Gazi Posted July 13, 2007 Share Posted July 13, 2007 tabi tabi heykelini dikemk lazım bu abide şahsiyetin...tövbe tövbe saygımız var da kimin ne olduğunu öğrenmeden siyaha ebyaz demeyin büyük insanlara ayıb oluyor... Link to comment Share on other sites More sharing options...
eren_erdal Posted July 13, 2007 Share Posted July 13, 2007 Saltuk Gazi Lütfen saygı sınırlarını a$mayınız.!!! (Uyarı alması gerekir.En azından özür dilemesi gerekir.Ölmü$ adamın arkasından konuşuyor.Ben sahsen ALPASLAN TÜRKEŞ'den ve onun fikrini benimseyenlerden nefret ederim ama bi sefer bile çıkıp seninn uslubunle konuşmadım ok;) ) Link to comment Share on other sites More sharing options...
akincafe123 Posted July 13, 2007 Share Posted July 13, 2007 Birtane daha nazım çıkarın ondan sonra arkasından konuşun sizin vatan severlik nidaları attığınız vatan için öldü nazım oda suya sabuna dokunmadan yaşayabilirdi meslağinin zirvesinde istediği kadar lüx içinde yaşamak varken o zor olanı seçti sırf özgür yarınlara uyanabilelim diye asıl siz tanımadığınız insanların arkasından konuşmayn lütfen o bu ülkenin evladıydı ve en ağır bedeli ödemekten çekinmedi neyse bu konuda söylenecek çok şeyvar ama arkadaşımızındediğigibiburasıkültür sanat bölümü memleketime zere faydası dahi dokunmuşsa herkimolursa olsunallah ondan razı olsun BAYRAĞI BAYRAK YAPAN ÜSTÜNDEKİ KANDIR, TOPRAK UĞRUNDA ÖLEN VARSA VATANDIR. Link to comment Share on other sites More sharing options...
yerdenizden Posted July 17, 2007 Share Posted July 17, 2007 Nazım Hikmet'le Necip Fazıl'ın ikisinin aynı anda beğenilebileceklerini, Yaşar Kemal'in de Peyami Safa'ınn da bu ülkenin gerçeklerini dile getirdiklerini üzerimizdeki önyargıları atarak farkettiğimizde sanırım oldukça ihtiyaç duyduğumuz uzlaşma kültürünü yakalamış olacağız.Yaşadığımız gerginliklerin çoğu aslında atılması gereken fazlalıklarımızdır bence. Link to comment Share on other sites More sharing options...
muselmansuffe Posted July 17, 2007 Share Posted July 17, 2007 Kardeşler, Her İnsanın Bir Hayat Felsefesi Var.. Saygı Duymak Lazım.. * * * Konuyu Açan @Mavi Abla'dan Bir Ricam Olacak.. Nazım'ın, İçinde ''Bir Dereden Su Getirmeler Yetecek Sana'' Cümlesi Geçen Bir Şiri Vardı.. Onu Kitaplarda Da, Nette De Bulamadım.. Acaba Siz Biliyor Musunuz Rica Etsem? Link to comment Share on other sites More sharing options...
Saltuk Gazi Posted July 17, 2007 Share Posted July 17, 2007 Lütfen saygı sınırlarını a$mayınız.!!! (Uyarı alması gerekir.En azından özür dilemesi gerekir.Ölmü$ adamın arkasından konuşuyor.Ben sahsen ALPASLAN TÜRKEŞ'den ve onun fikrini benimseyenlerden nefret ederim ama bi sefer bile çıkıp seninn uslubunle konuşmadım ok;) ) uyarın için sağol zaten silinmiş kocaman yazı,sen doğrudan işi hakarete bağlıyorsun ben olanları söylüyorum adamın fikirlerinin yanlışlığını savunduklarının neye mal olduğunu söylüyorum kimse kimsenin fikrini sevmek zorunda değil zaten ben de rus davası güdüp de Atatürkçüyüm diyenlerden nefret ederim.ben nefret ettiğim için değil yanlışlarını söylemek için bu şekilde konuştum ve söyledim de o anda sinirlenip biraz hakaret etmiş olabilirim kusura bakmayın ama kimseye nefret ettiğim için laf söylemem yaptıklarına rağmen vatansever denilmesinin yanlışlığını savundum ben.olaya biraz geniş bakın... ayrıca,akincafe arkadaşım ben de bu avtan uğrunda ölen milyonlarca şehidin evliyanın da anılmasını istedim yazımda kafandaki kalıplaşmış "bunlar böyle milliyetçilik nidaları atarlar canım" felsefesini bana okuma.ben bu konuda kendimi ve kültürümü geliştirdim ve hala da geliştiriiyorum değerlerine sahip çıkmanın bilincinde olan bi Türk genciyim.tanımadığın kişiler hakkında kafandaki meşhur felsefelerini ve edebiyat parçalarını ortalığa vurma lütfen.. Link to comment Share on other sites More sharing options...
AegeaN BluE Posted July 19, 2007 Share Posted July 19, 2007 Burası Kültür-Sanat bölümü. Ve bu konu da Nazım Hikmet Ran. Eğer kültür sanat anlamında bişeyler paylaşacaksanız mesaj atın. Yoksa tartışmalarınız başka platformda yapın. pm, msn vs. Link to comment Share on other sites More sharing options...
dronta Posted October 19, 2007 Share Posted October 19, 2007 Cok alametler belirdi vakit tamamdır haram helal oldu helal haramdır kendi kendimize yarışmaktayız gülüm Ya ölü yıldızlara ******üreceğiz hayatı Ya da dünyamıza inecek ölüm N.H.Ran Link to comment Share on other sites More sharing options...
Recommended Posts
Archived
This topic is now archived and is closed to further replies.