Jump to content

Eski mimarimize dair anılar


tarihogretmeni

Recommended Posts

hzp24ae5.jpg

III. Ahmed Çeşmesi’nde beni en çok etkileyen, hemen hep, ahşaptaki renkler oldu. Yazının yaldızını düşlemek zorunda kaldım. Saçaktaki meyveler sanki ilk günlerindeki gibi belirdi: Nar, armut ve üzüm… Sonra birden firûzeye çalan bordürler. Kırmızı çini!

Tarih okumak öteden beri gönlümü çeler. Epeydir Osmanlı tarihiyle haşır neşirim. Lisede tarih öğretmenim Zehra Tapman, “Osmanlı tarihi muazzam bir bilmecedir” derdi.

Bu sözü o zamanlar pek kavrayamamıştım: Niye Fransa tarihi değil de, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi?

Öğretmenimizle dostluğumuzu edebiyat sevgisi pekiştirmişti. İkimiz de romanlar sevdalısıydık. Tarihî romanlara düşkünlüğümüzü de unutmuyorum. Şimdilerde okuduğum Osmanlı tarihleri, o romanlardan epey farklı şeyler anlatıyor. Gelgelelim “muazzam” bilmeceden kurtulmuş değilim.

O kadar ki, Topkapı Sarayı’nın girdisini çıktısını bile çözmüş değilim. Çocukluğumdaki, ilkgençliğimdeki -ailecek- Topkapı Sarayı gezintilerimiz gözümün önüne geliyor. Üniversitede öğrenciyken, Ayhan Bozfırat’la birlikte gitmiştik. Usta işi soyut öyküler yazarı Bozfırat’ın Osmanlı tarihi bilgisi şaşırtmıştı beni. Güzel bir gündü. Genç yaşta yitirdiğimiz Ayhan Bozfırat hayat doluydu…

Defalarca gittim Topkapı Sarayı’na. Daha III. Ahmet Çeşmesi’ne geldiğimizde ortam, dekor, renk, ahenk, her şey değişirdi. Solumuzda Ayasofya bin yıllar öncesinden konuşur; meselâ Bizans’ı söylerdi.

Meydan çeşmesine gelince, gerçekten inceliklerle örülü bir çeşmedir. Yalnızca bezeklerine dalıp giderek dakikalar geçirebilirsiniz. Çeşmeden bu yazıda zaten söz açacağım.

Sonra Topkapı Sarayı; ama asıl adının Yeni Saray olduğunu öğreniyorduk. Öyleyse, bir de Eski Saray olmalıydı. Derken bu Eski Saray, Gözyaşı Sarayı oluyordu, halk arasındaki adıyla. Padişah öldükten sonra, padişahın kadınları oraya sürgüne, gönderiliyorlar, valide sultan olabilenler dışında kimse Yeni Saray’a geri dönemiyor…

I. Ahmet ölünce Kösem Sultan, Gözyaşı Sarayı’na gitmiş. Yıllarca orada yaşamış. Genç Osman’ın Gözyaşı Sarayı’nda onu ziyaret ettiğini tarihler saptıyor. Alışılmamış bir onurlandırış. Kösem, bedbaht padişahı ağırlamış…

Topkapı’da kapılar, avlular, bahçeler, köşkler. her birim, her yapı sanki iki isimliydi. Bazan üç! Belki muazzam bilmece böyle başlıyordu.

Bilmeceyle birlikte daima kanlı sahneler. Dinlediğim Topkapı Sarayı, bir çocuğun rüyalarında kâbustu. Zaten gördüm o kâbusları. Örnekse, Bâbıhümayun’un önünde her seferinde durulur; vezirlerin, zorbaların, asilerin cesetleri buraya bırakılırdı denir; o cesetler sanki hâlâ oradaymışçasına bir süre beklenirdi.

Tabiî kesik başlar da unutulmuyordu. İmparatorluğun bütün tarihi buna indirgeniyor; kesik başlar ibret olsun diye mızrağa geçiriliyor, kamuya sergileniyordu.

Birinci Avlu’da Aya İrini Kilisesi işin içine karışınca, padişah hikâyeleri bir an için susuyordu. Şimdi düşünüyorum da, büyüklerimiz Bizans’ın kanlı sayfalarından herhalde haberdar değildi. Yoksa Aya İrini çevresinde, gözleri oyulmuş, paçavralar giydirilmiş kaç imparatordan konuşulabilirdi… Yetiştiğim yıllarda tarih hep kan dökücülüktü.

Derken Bâbüsselam; bir adı da Orta Kapı.

Önemli bir ayrıntı hatırlanıyor, geri dönülüyor, işte Cellât Çeşmesi! diye özellikle vurgulanıyordu. Cellâtlar, kelleleri uçurduktan sonra bu çeşmede ellerini, satırlarını yıkarlarmış.

Cellât Çeşmesi’nden sonra kapılar, avlular bir türlü bitmezdi. Sırada Bâbüssaade vardı. Onun da ikinci bir adı herhalde olmalı. Cellât Çeşmesi’nin şiddetli hatırası unutturmuş.

Padişahların büyük merasimleri Babüssaade önünde yapılırmış. İç Hazine’de korunan görkemli taht çıkartılır; kapıyı örten saçağın altına konurmuş. O tahtı çok merak ederdim. Tarihler, bir dönemden sonra, hep aynı tahtın hazırlandığını belirtiyor.

Kapıların, avluların, bahçelerin çifte isimlerinin yanı başında, Birun, Enderun, Harem-i Hümayun adları karmaşa yaratmakta gecikmezdi. Enderun için “padişahın evi” deniyordu ama, harem için de “padişahın evi” deniyordu. Öyleyken, Topkapı Sarayı’nın kendisi padişahın evi olmuyor muydu? Çocukluğumda bu bilmece epey uğraştırmıştı.

Müzenin o günlerinde Harem-i Hümayun hep kapalı tutulurdu. Bununla birlikte, başta Kösem Sultan’ın boğdurulması, birkaç harem cinayeti, öldürümler, ballandıra ballandıra anlatılır, kanlı sayfalar çoğaltılırdı.

Fakat sonra dönüşte inanılmaz bir tutum değişikliği! Birdenbire Yeni Saray’ın çinilerindeki eşsiz güzellik, estetik duyuş, görkem! Çiniler filan, az önce anlatılmış kanlı tarihi silip süpürüyor. Cellât Çeşmesi, İstanbul’un en ihtiyar çınar ağacı unutulmuş. Çıkıyoruz…

Dışarda, meydanda III. Ahmet Çeşmesi.

Evet ama hangisi?..

Çocukluğumun İstanbul gezintilerinde III. Ahmed’in meydan çeşmeleri hem Topkapı Sarayı’nın debdebeli surları karşısında, hem de Üsküdar’da İskele Meydanı’ndaydı.

Üsküdar’dakinin tarihî, estetik bir değeri sanki yokmuşçasına, çevresinde fazla durulmaz; biraz ivecen, Üsküdar’ın semtlerine yol alınırdı. Bu mermer çeşmenin güzelliğini çok sonra fark ettim. Otuzlarımda. Üsküdar’a gittiğim günler, iskeleden çıkar çıkmaz, çeşmenin çevresinde ille dolanırım şimdi.

Sonra mermerden çeşme, yapıldığı dönemde, yani on sekizinci yüzyılda, hemen deniz kenarındaymış. Bir konaklama yeri olan Üsküdar’da yolcular çeşmenin suyuyla serinler, yollarına öyle devam ederlermiş.

Nedim bu çeşme için mısralar kaleme getirmiş. Niş duvarındaki çiçeklere dikkat ettiniz mi: İnce uzun boyunlu, tombul, yuvarlak gövdeli vazolardan lâleler, güller, kasımpatılar fışkırır. Çiçekler, mermer işçiliğinde en incelmiş bir ayrıntıcılıkla betimlenmiştir. Bu çiçekler, İstanbul çeşmelerindeki tasvirlerin şüphesiz en güzelleri arasındadır. Bugün, o çiçeklere bakmadan, Üsküdar iskelesinden ayrılmam…

Gelgelelim ikinci çeşmeye, Topkapı Sarayı’nın kapısına bakan çeşmeye. Epeydir onarılıyordu. Yerinde bir zamanlar Bizans’ın bir çeşmesi varmış. Yenisinin yapılmasında Nevşehirli İbrahim Paşa’nın payı var. “Aç besmeleyle iç suyu Han Ahmed’e eyle dua”: III. Ahmed tarafından celî hat ile yazılmış.

Tanpınar, “III. Ahmet devrinin en güzel eseri”ni, Üsküdar’da, çarşı içindeki Hatice Sultan için yaptırılmış camide görüyor. Andığım çeşmeyi ise fazla önemsemiyor.

Bununla birlikte, bu çeşme bende her zaman tuhaf ve anıtsal bir yalnızlık, kendi başınalık uyandırmıştır. Kunt duvarlara bakışıyla belki. Belki meydanda tek başına ıssız duruşuyla. Tanpınar, o dönem için, “Sarsıntılı devir” diyor. Sarayın önündeki sebil ve çeşme ise, günümüzün turist kafilelerini, otobüs bolluğunu ortadan kaldırın, daha çok bir rüyanın mimarisidir.

Onun da çiçek demetlerini çok severim. Çiçeklerin vazoları, Üsküdar’daki çeşmenin vazolarıyla akrabadır. Bazı nişlerin kuşlar su içsin diye yapıldığı söylenir. Marmara Adası’nın mermerine bu kez ahşap ve kurşun eşlik eder. Bütün malzeme sonsuz bir uyum içindedir. Daha yolun başında, çeşmenin küçük kubbeleri, altın yaldız alemler, demin söylediğim rüya ve masal mimarisinin hissedilmesine imkân sağlar.

Fakat III. Ahmed Çeşmesi’nde beni en çok etkileyen, hemen hep, ahşaptaki renkler oldu. Yazının yaldızını düşlemek zorunda kaldım. Saçaktaki meyveler sanki ilk günlerindeki gibi belirdi: Nar, armut ve üzüm… Sonra birden firûzeye çalan bordürler. Kırmızı çini!

Sanat tarihlerimiz Osmanlı’daki barok zamanı birçok kez kötüledi. Öyle okuduğum için ben de küçümsemeye yeltenmiştim. Şimdiyse, III. Ahmed Çeşmesi’ndeki baroktan izdüşümleri büyüleyici buluyorum.

Selim İleri / Zamancumartesi

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...