Jump to content

Mein Kampf - Kavgam


mavikiz

Recommended Posts

BÖLÜM 1

Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir kasabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir. Hem bu birleşme, iktisadi sebeplerin sonucu olmamalıdır. Bu birleşme, iktisadi bakımdan zararlı olsa bile, mutlaka olmalıdır.

Aynı kan, aynı imparatorluğa aittir. Alman kavmi, kendi evlatlarını tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça, sömürge siyaseti çalışmalarında bulunmayı hak etmeyecektir.

Alman sınırları bütün Almanları ihtiva ettiği zaman bu nüfusu besleyemeyecek kadar güçsüz olduğunu tahakkuk ederse; bu kavmin hissedeceği gerek ve zorunlulukta yabancı topraklar elde etmek için hak sahibi olacaktır, işte o vakit, sapan yerini kılıca bırakacak ve temiz gözyaşları gelecekteki dünyanın ürünlerini hazırlayacaktır.

Dünyaya gözlerimi açtığım şehrin durumu, yukarıda açıkladığım büyük ve şerefli bir görevin sembolü gibi görünüyordu. Bu şehrin büyük bir hatırası vardı. Bu hatıra her Alman milliyetçisini kendisine çekecek büyüklükte idi. işte bu ıssız, bu köşede kalmış memleket yüzyıl önce milletimizin tarihinde ölmez olaylar görmüş ve hatırlandığında her milliyetçi Almanı üzecek bir faciaya sahne olmuşu. Almanya'nın yıkılmasına ramak kaldığı devrede Nürenberg’de kitapçı dükkanı sahibi olan, milliyetçi (nasyonalist) ve Fransız düşmanı Johannes Palm Almanya uğrunda canını vermekten çe-kinmedi. Feci olaydaki ortaklarını açıklamamakta gösterdiği cesaret her Almanın ders alacağı bir fedakarlık örneği idi. Leo Schlageter de fedakar kitapçının izinden yürümüştü.

O da Johannes Palm gibi, kendi hükümetinin bir temsilcisi tarafından Fransa hükümetine gammazlanmıştı. Agusbourg'un polis müdürü olan Leo Schlageter, bütün Alman milliyetçilerini üzen, fakat feci olduğu kadar şerefli olan bir sonla karşılaşmıştı, işte Leo Schlageter'ın bu tutumu Severing Hükümetinin yeni Alman memurlarına örnek olmuştu. Annem ve babam 1890 yılına doğru kan itibariyle Bavyeralı, fakat siyaset bakımından Avusturyalı küçük Inn şehrinde ikamet ediyorlardı. Babam görevine bağlı bir memurdu. Annem ev kadını idi. Ev işleri ile meşgul olurdu. Annem ve babam çocuklarının üstüne şefkatle titrerlerdi. Hayatımın bu bölümleri bende çok az iz bırakmıştır. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra babam Braunau am Inn'den biraz daha uzakta Passan'da yeni bir göreve başladı. Passan asıl Almanya'da idi ve babam yine memurdu.

O günlerde Avusturyalı memurların memuriyet hayatlarında birçok tayin, nakil ve takaslar söz konusu olurdu, işte bir gümrük memuru olan babam da bir müddet sonra Linz'e döndü. Babam Linz'de memuriyetteki görevine bir süre daha devam ettikten sonra emekli oldu. Emeklilik sevgili babam için hiçbir zaman bir dinlenme devresi olmayacaktı. Babam bir çiftçi ailesinin oğlu idi. Genç yaşta evini terk etmek zorunda kalmıştı. 13 yaşında iken çıkınını hazırlayıp köyünü terk etti. Köylülerin ısrarlı uyarılarına rağmen bir sanat sahibi olmak üzere Viyana'ya gitti. 1850 yılında cebinde sadece üç ecus ile böyle bir karar vermek, cesaret isteyen bir işti. 4 yıl Viyana'daki çalışması sonunda babam esnaflıkta biraz ilerlemişti. Ancak bu gelişme babama yeterli gelmiyordu. O günlerin yoksulluğu babamı daha iyi bir mevkie sahip olmak için mesleğini bırakmaya zorluyordu.

Köyde yaşarken papazın yaşayışı onun gözünde insanların yaşayışlarının en son sınırı olarak görünüyordu. Oysa şimdi büyük şehir onun fikirlerini değiştirmiş, yeni bir görüşün sahibi yapmıştı. Artık babam memuriyeti her şeyin üstünde tutuyordu. 17 yaşında henüz bir delikanlı iken her türlü yoksulluk ile karşı karşıya olmasına rağmen, kararlı bir şekilde hedefine ulaşmak için bütün fedakarlıklara katlanıyordu. Sonunda hedefine ulaştı ve 21 yaşında iken memur oldu. Böylece baba ocağına "adam" olduktan sonra dönmek üzere ettiği yemini yerine getirmiş oluyordu. Köyde kimse onu hatırlamıyordu ve o da köyü yabancı buluyordu. Şimdi 56 yaşında idi. emekli olmuştu, ama boş durmak istemiyordu. Avusturya'nın Lambach kasabasında arazi satın aldı.

Toprağı işletmeye başladı. Uzun memuriyet görevinden sonra hayatının son halkasında tekrar aile kaynağına dönüyordu. Zevklerim, beni babamın hayatına benzer bir hayata itmiyordu. Konuşma yeteneğim, çocukluk arkadaşlarıma verdiğim, ikna edici ve daha doğrusu kandırıcı söylevlerle oluşmaya başladı. Kendi kendimi zor idare edebilen küçük bir lider olmuştum. Bu arada iyi bir öğrenci olduğumu da söyleyebilirim. Çalışmak bana kolay geliyordu. Boş zamanlarımda "Lambach Chanoine"lerin yanında şan dersleri takip ediyordum. Dini yortuların ihtişam dolu gösterileri beni mest etmeye yetiyordu, işte bu durum tıpkı babam gibi düşünmeme sebep oluyordu. Köyünün papazının yaşayışı babamı nasıl büyülemiş ise, muhterem peder Abbe de benim gözümde büyüyor ve bana hedef olarak gözüküyordu. Konuşma yeteneğim babam tarafından takdir edilmiyordu. Ailem benim davranışlarımdan dolayı endişeleniyordu.

Konuşma hevesim yavaş yavaş kaybolurken, kişiliğime daha uygun becerilerim ortaya çıktı. Babamın kütüphanesinde elime geçen askeri konularla dolu çeşitli kitapları ve 1870 - 1871 Alman Fransız savaşlarına ait yazıları büyük bir dikkatle okuyordum. Kısa zamanda kahramanlık, ahlaki düşüncelerimde birinci sıraya geçti. Savaşa ve askerliğe ait şeylerin tamamını her türlü kaynaktan toplamaya başladım. Bu, aynı zamanda bir gerçeğin ortaya çıkışıydı ve bazı sorular aklımı karıştırmaya başladı. Öyleya, bu savaşları yapan Almanlarla diğerleri arasında fark var mıydı? Babam dahil bütün Avusturyalılar neden bu savaşa katılmadılar? Bizler (yani Avusturyalılar) diğer Almanlarla aynı değil miydik?

Bu sorular beynimin içinde dönüp duruyordu. Sonunda bütün Almanların Bismarck Hükümeti'ne dahil olmak saadetine sahip bulunmadıkları hükmüne vardım.

Nihayet eğitim zamanı gelip çattı. Babam benim davranışlarımdan lise eğitimi için bir becerim olmadığı sonucuna varıyordu ve benim için Realschule'yi daha uygun buluyordu. Babamın bu karara varmasına biraz da resim alanındaki yeteneğim sebep oluyordu. Babam Avusturya liselerinde resim dersinin geçiştirildiğini söylüyordu. Kendi hayatının zorluklarla dolu çalışma dönemi, onu, gözünde uygulamada hiçbir faydası olmayan "humanites"den uzaklaştırıyordu. İşin esasına bakılırsa babam, beni de kendi gibi memur yapmak istiyordu. Yoklukla geçen gençlik devresinden sonra elde ettiği küçük mevki babamda bu kararın doğmasına sebep oluyordu. Hatta benim daha da yüksek bir memuriyete girmemi istiyordu. Amacı benim hayatımı kolaylaştırmaktı.

Bir vakitler kendi hayatının en büyük halkalarını oluşturan şeyin, benim tarafımdan kabul edilmemesine bir türlü akıl erdiremiyordu, işte bu yüzden babamın kararı basit, emin ve çok doğaldı. Hayat kavgasının kazandırdığı çelik gibi bir karaktere sahip olan babam, benim, daha doğrusu tecrübesiz bir delikanlının geleceği hakkında karar vermesine izin vermiyordu.

Fakat sonunda iş bambaşka oldu.

Babam beni memur yapmak istiyordu. On bir yaşımda idim. Derhal babama karşı çıktım. Memur olmak istemiyordum. Öğüt ve sert hareketler beni yenemedi.

Babam kendi hayatına ait bir sürü hikayeler anlatarak bende de memur olma isteği uyandırmak için bir hayli çaba harcadı. O ne kadar çaba gösterdi ise ben de o kadar direndim. Aslında anlattığı öyküler bende hep olumsuz etki yaptı. Günün birinde karanlık bir odada masa başında oturacağımı, daha doğrusu hapis olacağımı ve vaktimi istediğim gibi harcayamayacağımı, günlerimi birtakım kağıtların arasında geçireceğimi düşündükçe memuriyete karşı duyduğum tiksinti gittikçe kabarıyordu.

Realschule'ye devam ettiğim sürece vaktimi geçirmek hususundaki daha önceki alışkanlıklarımda bir değişiklik olmadı. Okulun öyle uzun çalışmayı gerektirmeyen dersleri, benim zamanlarımı açık havada değerlendirmemi sağlıyordu, îşte bugün siyasi düşmanlarım, benim gençliğimde neler yaptığımı ortaya koymak için, çocukluk devreme varıncaya kadar hayatımın bütün devrelerini büyük bir dikkatle araştırdıkları zaman, bana mutlu günlerimi tekrar yaşama fırsatı vermiş oluyorlar. Bu yüzden kendilerine teşekkür ederim.

Realschule'ye devam ettiğim günlerde yaşayışımda bir değişiklik olmadı. Babamın beni memur yapma çabaları ve benim direnmem devam ediyordu. Bu duruma tahammül ediyordum. Kendi düşüncelerimi gizleyebiliyor, böylece babamla devamlı bir çatışma içine düşmüyordum. Hiçbir zaman memur olmama kararım kesindi. Bu karar beni mutlu yaşatmaya yetiyordu.

Fakat sonunda babamın düşünceleri, benim idealim ile karşılaşınca işler çatallaştı o sıralarda on iki yaşımda idim. Bir gün ressam olmam gerektiğine karar verdim. Bu nasıl oldu, şimdi tam hatırlayamıyorum. Desinatörlük yeteneğim su ******ürmezdi. Hatta babamın beni Realschule'ye kayıt ettirmesinin sebeplerinden biri de bu yeteneğimi görmüş ve sezmiş olmasıydı. Ancak babam, benim ressam olacak kadar bu yeteneğimi geliştireceğimi aklına getirmiyordu. Onun tek düşüncesi beni memur yapmaktı. Bundan uzak durduğumu gördüğü ve tam olarak anladığı zaman ilk defa bana ne olmak istediğimi sordu. Ben kararımı çok önce vermiştim. Derhal şu cevabı verdim: "Ressam" Babamın adeta dili tutulmuştu. Önce benden şüphe etti. Sonra yanlış işittiğini sandı. Fakat düşüncelerimi ve idealimi tam öğrenince, şiddetle karşı koydu. Benim yeteneğimle ilgili düşüncelerime hiç önem vermedi.

"Ressam mı olmak? Hayır... hayır... asla!.." diyordu. Fakat kendisi ne kadar inatçı ise, onun oğlu da, yani ben de, o kadar inatçı idim. inatçılık babadan oğla geçmişti. Baba "asla" deyip duruyordu, ben de "her şeye rağmen" diye direniyordum. Çatışma böylece kaldı.

Bu karşıtlığın sonuçları pek hoş değildi. Babamın hayatı acılarla doluydu. Ben kendisini çok seviyordum. Oysa babam ressam olmak isteğini benden tamamen çekip koparmaya çalışıyordu. Sonunda ben biraz daha ileri giderek, artık öğrenim yapmayacağımı söyledim

Otoritesini kuran babam, benim bu çıkışlarıma kulak asmadı, yeniden ben oldum. Böyle olunca ben de dikkatli bir sessizliğe büründüm. Realschule'den istifade edemediğimi görünce babamın ister istemez arzuladığım hedefe doğru beni rahat bırakacağını hayal ediyordum. Bunda başarılı olacak mıydım? Bilmiyordum. Bilinen bir şey varsa, o da benim okulda başarısız bir öğrenci olduğumdu.

Okuldaki başarısızlığım gözle görülür gibiydi. Hoşuma giden derslere çalışıyordum. Zevkle çalıştığım derslerden tam not, diğerlerinden ise "orta" ve "zayıf " notlar alıyordum. En çok tarih ve coğrafya

derslerinde başarı gösteriyordum.

İşte bu sıralarda "milliyetçi" oldum ve tarihin gerçek anlamını anlamayı, idrak etmeyi ve bu konuya nüfuz edebilmeyi öğrendim.

Eski Avusturya'nın sınırlan içinde çeşitli milletler yaşıyordu. O günlerde Reich'a mensup olanların, böyle bir devlette herhangi bir kimsenin, günlük hayatının ne şekil alabileceğini tanımlaması çok zordu. Kahraman orduların büyük zafer yürüyüşlerini andıran Alman Fransız Savaşı'ndan sonra, Almanların sınırlarının ötesinde kalan Alman topraklarına, duyulan ilgi her geçen gün biraz daha azalıyordu. Çoğu kimse bu dışarıda kalan Alman topraklarının değerini bilmeye yanaşmıyor veya bu iş de aciz kalıyordu. Özellikle Alman olan Avusturyalılar çöküş halinde bulunan bir hanedan ile, sağlam bir ırkı birbirine karıştırıyorlardı. Gerçekten de elli iki milyonluk bir devlete kendi üstünlüklerini ve meziyetlerini kabul ettirebilmeleri için Avusturyalı Almanların en iyi ırk olmaları gerekirdi. Halbuki Almanya'da, Avusturya'nın bir Alman devleti olduğu sanılıyordu. Bu tanım büyük bir hataydı. Öyle ki çok kötü sonuçlar verebilirdi. Fakat bu hatalı tanım, doğudaki on milyon Alman için gurur verici bir görüştü.

Reich'a dahil olan Almanlardan pek çoğu, Avusturya'da Alman dilinin ve Alman okullarının zaferi için daha doğrusu Avusturya'da Alman kalabilmek için devamlı şekilde çalışmanın gerektiğini bilmiyordu. Bugün bu üzücü gerçek, Reich'ın tarihinde yabancı egemenliği altında müşterek vatan düşünen, dikkatlerini bu düşünceye toplayan ve hiç olmazsa ana diline kutsal hakkı elde etmeğe çalışan birkaç milyon ırkdaşımız tarafından görülmektedir. Fakat bununla beraber, ırkı için mücadele etmenin ne demek olduğu daha büyük bir çevrede idrak edilmektedir. Hiç şüphe yok ki, bazı kimseler Reich'ın doğu sınırındaki Almanlığın büyüklüğünü takdire yanaşıyorlardı. Avusturya asırlar boyunca bu Almanlığı doğuya karşı korudu ve daha sonra da ufak çapta savaşlarla Alman dilinin sınırlarının daralmasına engel oldu. Bu direniş sırasında ise, Reıch sömürgelerle ilgileniyor, fakat kapısının eşiğindeki kendi kanını ve kendi elini önemsemiyordu. Her zaman, her yerde ve her kavgada görüldüğü gibi eski Avusturya'nın diller rekabetinde de üç çeşit insan göze çarpıyordu: "Mücadele edenler, suya sabuna dokunmayanlar ve hainler."

Bu duruma ilkokullardan itibaren rastlanıyordu. Halbuki gelecek nesillerin, yetişip meydana çıktıkları bu yerlerde "dil kavgası"nın bütün şiddeti ile hüküm sürdüğüne dikkat edilmesi gerekirdi, işte burada "çocuğu fethetmek" söz konusudur. Kavganın ilk daveti çocuğa hitap etmek olmalıdır.

Alman erkek çocuğu, bir Alman olduğunu unutma. Alman kız çocuğu bir gün gelecek bir Alman annesi olacaksın, daima bunu düşün. Gençliğin ruhunu anlamasını bilen kimse, onların böyle bir daveti büyük bir sessizlik ve neşe ile dinleyebileceğini de takdir edebilir. Gençlik daha sonra mücadeleyi çeşitli zorluklara rağmen, kendisine göre ve kendisine özgü silahları ile idare edecektir. Yabancıların şarkılarını söylemekten kaçınacaktır. Gençlik, Alman şan ve şerefinden uzaklaştırılmaya ne kadar uğraşılırsa o bu adi mücadeleye o kadar karşı koyacaktır. Kendi harçlıklarından arttırarak, savaş hazinesi biriktirecektir. Yabancı öğretmenlere karşı asi olacak ve daima uyanık bulunacaktır. Kendi ırkının yasaklanmış sembollerini takacak ve bu hareketinden dolayı ceza görmekten ve hatta dayak yemekten ayrı bir sevinç duyacaktır. Yani gençler, büyüklerin doğru birer örneği olacaklardır. Hatta bu küçük örneklerin ilhamlarının, büyüklerden çoğu zaman daha üstün olduğu görülecektir.

işte ben de çok genç olduğum bir sırada Avusturya'nın milliyetler arasındaki mücadelesine katılmak fırsatım elde ettim. Güney bölgesi ve Ligue okulu için yardım toplandı. "Bluet'lerle ve siyah-kirrmzı-sarı renklerle ruhlarımız coşmuş bir halde "heil" diye bağırıyorduk. ihtar ve cezalara rağmen imparator marşı yerine "DEUTSCHLAND ÜBER ALLES"i söylüyorduk, işte milli demlen bir devletin tebaalarının ırklarına ait dillerinden başka bir şey bilmedikleri bir sırada biz gençler böyle terbiye görüyorduk. Ben hiçbir vakit suya sabuna dokunmayan "gevşek insanlar "in arasında bulunmadım. Hatta kısa bir süre sonra müteassıp bir "Milli Alman" oldum Gerçi benim bu durumum, bugün bu adı taşıyan partinin ifade ettiği anlamdan çok daha başka bir şeydi. Bu gelişme bende çubuk oldu. On beş yaşında iken, hanedan vatanperverliği ile milliyetçiliğini birbirlerinden ayırmaya ve ırk milliyetçiliği lehinde açık fikir beslemeğe başlamıştım. Habsburg monarşisinin iç durumunu incelemek zahmetine katlanmamış olanlar, böyle bir tercihi değerlendirmekte zorluklarla karşılaşırlar. Bu devletin kaderi bir eğilim beslemek, ancak okulda gösterilen tarih derslerinden doğardı. Gerçekte Avusturya'nın kendine özgü bir tarihi yoktu.Bu devletin kaderi Alman olan her şeyin varlığına ve gelişmesine öyle bağlıdır ki, tarihte Alman veya Avusturya tarihi diye bir ayrım yapılması asla akla getirilemez, işte Almanya'nın tarihi… Almanya iki devlete bölündüğü zaman parçalanmıştı. Eski imparatorluğun görkeminden Viyana'da korunabilmiş olanları, ileri bir topluluğun garantisi olmaktan çok, prestij yönünden bir etki yapıyordu.

Habsburglann yıkıldıkları gün, Alman olan Avusturyalıların kalplerinden ana topraklara katılmak lehinde içgüdüye dayanan bir ses yükseldi, işte herkesin kalbinde uyuklayan sonsuz hissi ifade e-den bu istek, ancak tarih dersinin verdiği terbiye ile beslenen ve hiçbir zaman kurumayan, hatta unutulduğu günlerde bile, o anın rahatım bir kenara itip, geçmişin sesinin yavaşça yeni bir geleceği fısıldamasını sağlayan kaynak ile anlatılabilir. Bugün dahi ilkokulların üst sınıflarında dünya tarihinin okutuluşu çok hatalıdır. Öğretmenlerin pek çoğu tarih dersinin amacının sadece tarihleri ve olayları öğretmekten ibaret olduğunu sanıyorlar. Bir savaşın başlangıç veya bir mareşalin doğum, bir hükümdarın tahta geçiş tarihlerini bilmek hiç önemli değildir. Tarih okumak, tarihsel olayları doğuran ve gerektiren sebepleri öğrenmek ve araştırmaktır. Okumadaki esas ustalık şuradadır: Esaslı olanı saklamak, ayrıntıları ise unutmak.

Link to comment
Share on other sites

2.Bölüm

* * *

Ben, ders göstermede ve imtihanlarda bu hususu son derece önemli bulan bir tarih öğretmenine rastlamış olmanın etkisi altında kaldım. Bu öğretmen Linz Realschule'sindeki doktor Leopold Poetsch idi ve bu meziyetleri şahsında toplamıştı. Sert görünüşlü, fa­kat içi iyilikle dolu saygıdeğer bir ihtiyardı.

Göz kamaştırıcı görünü­şü bizi etkiliyor ve peşinden sürüklüyordu. Ders verirken bize için­de bulunduğumuz zamanı unutturan ve bütün sınıfı sihirli bir şekil­de geçmişin derinliklerine ******ürüp, orada yüzyıllarca sislerin altında kalmış birtakım tarihsel olaylara canlı bir gerçeklik kazandıran, bu saçları kırlaşmaya başlamış adamı, bugün bile büyük bir heyecan ile gözlerimin önüne getiririm. Biz öğrenciler, zihinlerimiz açılmış, sinirlerimiz gerilmiş, gözlerimizden yaşlar gelecek kadar heyecanlı bir biçimde bu adamın dersini dinlerdik.

Bu öğretmen sadece geçmişi, hal ile aydınlatmakla, gözler önü ne sermekle kalmazdı. O geçmişten, bugün için dersler çıkarmada usta idi. Bizi heyecan içinde bırakan günün davalarım gayet iyi anla tirdi. Bizim milli bağnazlığımızdan eğitim yolları buluyordu. Çoğu zaman, sınıfta düzeni sağlamak için milli hislerimize hitap eder başka çarelere başvurmazdı. Böyle bir öğretmen, tarihi en çok sevdiğim bir ders yaptı. Ayrıca beni, genç bir devrimci yaptığı da bir gerçektir. Fakat hemen şunu belirteyim:

Kim Alman tarihini böyle bir öğretmenden okur ve öğrenir de, milletin kaderi üzerinde yıkıcı olduğu görülen bir hanedanın düş­manı olmaz? Geçmiş devrin ve bugünün, adi ve şahsi menfaatler uğrunda Almanya'nın menfaatlerine daima hıyanet eder diye ortaya koyduğu bir hanedanın kim sadık toplumu olabilir? Biz genç oldu­ğumuz halde Avusturya'nın, biz Almanlar için hiçbir sevgisi olmadı­ğını ve olmayacağını biliyorduk. Günlük olaylar Habsburgların dav­ranışları hakkında tarihten çıkan dersleri doğruluyordu. Yabancı ze­hirler, kuzeyde ve güneyde milletimizin bozulmasına yol açıyor, Vi­yana bile her geçen gün bir Alman şehri olmaktan uzaklaşıyordu. Avusturya hanedanı her hareketi ile Çeklerin işlerine yarıyordu.

Avusturyalı Almanların düşmanı Grandük Franz Ferdinand'ı ölümsüz hak ve aman vermez ceza ilahının yumruğu yere vurmuş­tur. Tanrı namludan çıkmasına izin verdiği kurşunlarla onu delik deşik etmiştir. Ferdinand, Avusturya'nın Slavlaştırılması faaliyetini himaye ediyordu.

Alman milletinin yükü pek ağırdı. Ondan istenen para ve kan fedakarlığının haddi hesabı yoktu. Gerçi kör olanlar bile bunun faydasızlığım anlıyorlardı. Bizi en çok üzen nokta, Habsburglarınbize karşı manen korunmakta olması idi. Almanya köhnemiş monarşi idaresinde Cermen ırkının yavaş yavaş da olsa kökünün kazınmasını adeta uygun buluyordu. Hanedan, dışa karşı Avusturya’nın bir Alman Devleti olduğu intibanı uyandırırken, öte yandan

Ona karşı isyan ve kin hislerini besliyordu. Bütün bunların farkına

Sadece Reich'ı idare edenler varmıyorlardı. Renk körlüğüne yakalanmış gibi , bir cenazenin yanı başında yürüyorlar ve kokuşma alametleri arasında bir defa öldükten sonra dirilmeyi bulduklarını sanıyorlardı. Genç Reich ile çürük Avusturya Devleti arasındaki bu

Üzücü anlaşma dünya savaşının ve yok olmanın tohumlarını etrafa saçıyordu.

Bu kitapta, bu meseleye pek geniş bir şekilde temas edeceğim. Şimdi hemen şunu belirteyim ki, gençliğimden itibaren bazı esaslı fikirlere sahip olmuştum. Daha sonra bu fikirlerim gittikçe gelişti. Alman ırkının kurtuluşu Avusturya'nın yok olmasına bağlı idi. Esasen milli hisle bir hanedana bağlılık arasında bir ilgi göremiyordum. Evet özellikle Habsburg hanedanı Alman milletinin mahvına sebep olacaktı. İşte bundan dolayı şu duyguyu taşıyordum: Vatanım olan Alman Avusturyası'na ateşli bir sevgi, Avusturya Devleti'ne kar­şı ise sonsuz bir kin...

Zaman ilerledikçe okula borçlu olduğum bu düşünceler ve ge­nel tarih sayesinde, günümüzde tarihin tesirini, yanı siyaseti anla­mam kolaylaştı. Tarihi öğrenmek için benim çaba sarf etmeme ge­rek yoktu, o bana kendisini öğretecekti.

Politikada zamanından önce devrimci olduğum gibi, sanat ala­nında da yenilik peşinde koşmaktan kendimi alamadım. Yukarı Avusturya'nın başkentinde, şöyle böyle bir tiyatro vardı. Pek fena değil denebilecek bu tiyatroda sık sık temsiller veriliyordu. Henüz on iki yaşımda iken ilk defa bu tiyatroda Guillaume Tell'i seyrettim. Birkaç ay sonra da hayatımın ilk operasını gördüm: Lohengrin. Bir­denbire büyülenmiş gibi oldum. Bayreuth üstadına karşı kabaran gençlik heyecanıma ve galeyanıma diyecek yoktu. O günden beri, her zaman eserleri beni mest etti. Küçük bir yerde bu temsillerin bana ilerde çok daha güzellerini dinlemek alışkanlığını vermeleri gerçekten benim için büyük şanstı.

Fakat bütün bunlar, babamın benim için tasarladığı memuriyet hayatına karşı bende daha çok nefret uyanmasına yol açtı. Bir me­mur kılıfına girmekle hiçbir vakit mutlu olmayacağıma kuvvetle inanmaya başladım. Realschule'de ortaya çıkan desinatörlük kabili­yetim, bana kararımda direnmeme yardımcı oldu.

Babamın ricaları bir yana, tehditleri de kararımı değiştirmeye yetmedi. Evet, ressam olmak istiyordum. Ne olursa olsun, asla memur olmayacaktım.

Bu arada günler geçtikce mimariye karşı daha çok ilgi duymaya başlıyordum, O zamanlar, mimariyi resim sanatının tabii bir ta­mamlayıcısı sayıyordum. Böylece sanat faaliyetimin sınırlarının genişlemesine seviniyordum. Fakat sonunda işin bambaşka bir şekil alacağı hiçbir zaman aklımın ucuna gelmiyordu.

Benim için meslek problemi, tahmin ettiğimden çok daha kıs, ı bir süre içinde çözülecekti. Çünkü,babam daha ben on üç yaşını dayken ansızın vefat etti. Bir felç darbesi, babamı en güçlü döneminde iken yere vurdu. O dünyadaki hayatını acı çekmeden son.ı erdirdi. Fakat bizi büyük bir üzüntünün içine attı. Babamın en bu yük isteği, oğlunu, kendisinin ilk günlerinde çektiği yokluklardan kurtarmak için bana meslek sahibi olmamda yardım etmekti. Bu isteğini gerçekleştiremedi. Fakat bilinçsiz bir biçimde benim içime, ikimizin de aklımızdan geçirmediğimiz bir geleceğin tohumlarını ekmişti.

îlk önceleri hiçbir şey değişmedi. Annem öğrenimime, baba­mın istediği şekilde devam etmeye, yani beni memur yapmaya kendini borçlu saydı. Ben ise memur olmamaya her zamankinden daha çok azmetmiştim. İlkokulun yüksek sınıflarının ders prog­ramları, idealimden uzaklaştıkları oranda, okumaya karşı olan il­gim de azalıyordu. Birkaç hafta süren hastalığım, benim gelecekte­ki meselelerimi çözümledi ve bütün aile anlaşmazlıklarına son ver­di, Ciğerlerim feci şekilde hasta idi. Doktor anneme beni, gelecekte bir kalem odasına kapamamaya ve özellikle en az bir yıl Realschule'deki öğrenimime ara vermeyi öğütledi. Gizli isteklerimin ve daha da kararlı mücadelelerimin hedefi böylece bir hamlede sağlanmış oluyordu.

Hastalandığım için annem Realschule'yi bırakarak akademiye giymeme rıza gösterdi. Bunlar mutlu günlerdi. Bana adeta rüya gibi geliyordu. Gerçekten de ileride rüya olacaktı. Fakat iki yıl sonra, flitin ölümü bu güzel tasarılarımı darmadağın ediyordu. Annem , süre ve çok acı veren bir hastalığın esiri olmuştu. Daha baştan lif kurtuluş ümidi kalmamıştı. Bu darbe beni çok etkiledi. Babama saygı ile bağlanmıştım, annemi ise sevmiştim. Hayatın gerçekleri çubuk karar vermeye zorladı. Ailemin esasen zayıf olan geçinme kaynakları, annemin hastalığı dolayısıyla hemen hemen kurumuştu , ilana bağlanan yetim aylığı geçinmeme yetmiyordu. Ne şekilde olursa olsun, ekmeğimi kendim kazanmak zorunda idim. Bir çanta dolusu elbise ve çamaşırla Viyana'nın yolunu tuttum, içimde sarsılmaz bir irade vardı. Babam elli yıl önce kaderini zorlamayı ba­lkı ı dr babam gibi yapacaktım. Ama ben "adam" olacaktım memur değil.

Canım annem öldüğü vakit gözümün önünde geleceğim hak­kında bazı gerçekler belirmişti. Annemin ölümünden önceki hastalığı sırasında ”Güzel Sanatlar Akademisi'n” kayıt olmak için Viyana’ya gitmiştim. Kolluğumun altında bir sürü "desen'lerle yola çıkarken giriş imkanını başarı ile vereceğime yüzde yüz inanıyordum. Çünkü Realschule’nin en iyi desinatörü idim. O günlerde kabiliyetlerim fevkalade gelişti. Öyle ki kendimden pek emin olduğum için çok ümitler besliyordum. Kendimi desene verdim ve mi­mari desenlere karşı istidadım olduğunu zannediyordum. Bu yüz­den mimariye karşı ilgim de artıyordu. On altı yaşlarında iken Viyana'da Hofmuseum'da resim galerisine gittim. Fakat resimleri değil binayı seyrediyordum. Her gün sabahtan akşama kadar merakımı çeken şeylerin etrafında dolaşıyordum. Artık beni binalar ilgilendi­riyordu. Saatlerce opera binasının önünde duruyor, saatlerce parla­mento binasını dalgın dalgın seyrediyordum. Ringstrasse bana binbir gece masalları gibi geliyordu, işte bu kentte ikinci defa bulunu­yordum ve sabırsızlıkla, fakat mağrur bir şekilde imtihanın sonucu­nu bekliyordum. Fakat akademi sınavında başarılı olamadım. Haber beni yıldırım çarpar gibi çarptı. Reddedilmeme bir türlü inanamıyordum.

Rektörle görüşmeye karar verdim. Akademinin resim şu­besine kabul edilmeyişim şöyle açıklandı: Sınavda verdiğim desen­ler, resim sahasında kabiliyetsizliğimi ortaya koyuyordu. Fakat aka­deminin mimarlık bölümüne girmem mümkündü. Çünkü sevdiğim desenler mimari alanda, bazı imkanlar arz ediyordu. Bitik bir halde idim. ilk defa kendimden şüphe ediyordum. Belki buna sebep kabi­liyetim hakkında söylenen sözlerdi. Şimdi, bu sözler bende bir nevi dengesizlik olduğu düşüncesini uyandırıyordu. Bir türlü bu halin sebebini çözemiyor ve bundan da rahatsız oluyordum. Bir iki gün içinde kendimi mimar olarak gördüm. Gerçekte bu da birtakım zor­luklarla doluydu. Çünkü Realschule'ye meydan okumak yüzünden önemsemediğim şeyler, şimdi benden intikam alıyorlardı. Akademi­nin mimari bölümünden önce inşaat teknik derslerini okumak gere­kiyordu. Bu dersleri görebilmek için de yüksek bir ilkokul öğrenimi yapmış olmak gerekli idi. Oysa bütün bunların bir parçası bile ben­de yoktu. Demek ki hayallerimin gerçekleşmesi imkansızdı.

Anne­min ölümünden sonra üçüncü defa Viyana'ya gelmiştim. Bu sıra sü­kûnete kavuştum. Azimli ve kararlıydım. Kırılan gururum geri gel misti. Artık uzun yıllar Viyana'da kalacaktım. Varacağım hedefi kesin olarak tayin etmiştim: Artık "mimar" olacaktım. Karşılaştığını zorluklar, alt edilecek cinsten engellerdi. Bu engellerin önünde baş eğilmezdi. Gözlerimin önünde daima fakir köyümüzde, ayakkabı tamirciliği yoksulluğundan memurluğa yükselmiş sevgili babamın hayali duruyordu. Bu hayal bana güç veriyor ve önüme çıkan her türlü engeli paramparça etmek kuvvetini sağlıyordu. Mücadelemin temelinde korkunç bir azim yattığı için başarı çok daha kolay ola­caktı. işte o günlerde, bana alınyazımın bir zulmeti gibi görünen duruma bugün şükrediyor ve Tanrının bana bir yardımı olarak ka­bul ediyorum.

Yokluk ve ihtiyaçlar ilahı beni avucunun içine aldı ve bazı kere beni parçalamaya yeltendi, işte iradem böyle günlerin çetin müca­delesi ile gelişti ve sonunda ben galip çıktım. Bu günler irademi sertleştirdi ve bana sert olma kabiliyetini kazandırdı. Bu bakımdan bu devreye minnettar kaldım. Gençliğimin bugünlerine, daha çok beni kolay yaşamanın hiçliğinden çekip aldığı, güzel bir rüyaya çok fazla yüz verilmiş bir sırada uyandırdığı, endişe üzüntüyü bana "ye­ni ana" diye verdiği, yokluk dünyasının içine attığı ve böylece ilerde kendileri ile mücadele edeceğim kimseleri tanıttığı için saygı duyu­yorum.

İşte bu günlerde Alman milletinin devamı için en büyük tehlike olan ve haklarında henüz herhangi bir fikir beslemediğim iki şeyi gördüm: MARKSİZM ve YAHUDİLİK.

işte bu andan itibaren Viyana başkaları için neşe kaynağı olurken benim içinse hayatımın en hüzünlü anlarına, kaygı ve üzüntü beş yılına sahne oldu. Bugün bile Viyana'nın adı bana sıkıntı

geçen beş yılın acılarından başka bir şeyi hatırlatmaz. Viyana'daki bu beş yıl içinde boyacılık, amelelik yaptım. Az kazanç devamlı açlığımı bir türlü doyurmuyordu. Açlık, benimle her paylaşan bir dost gibi idi. Bunda aldığım her kitabın payı büyüktü.Operada gördüğüm bir temsil, ertesi günü yokluğun bana etmesine sebep oluyordu. Bu insafsız dostumla devamlı mücadele ediyordum. Gerçi bugünlerde her zamankinden daha çok şeyler öğrendim. Mimari alandaki harcamalarım ve aç kalmama sebep olan operaya gidişlerimin dışında sayıları gün geçtikçe artan kitaplardan başka bir eğlencem yoktu. Çok, pek çok okuyordum, işim bittikten sonra arta kalan zamanımı sürekli olarak okumaya ve incelemeye ayırıyordum. Birkaç yıl sonra kendim için meydana getirdiğim bilgiler bugün bile hâlâ işime yaramaktadır.

Hemen şunu da belirteyim ki, hareketlerimin sarsılmaz temelini meydana getiren düşüncelerim bende daha o günlerde bir şekil almıştır. Daha sonra bu düşüncelerime pek az şeyler ekledim ve hiçbirini değiştirmedim . Bugün kesin biçimde şuna inandım ki, bir insanda yaratıcı dü­şüncelerin en büyük bölümü genellikle gençlik çağlarında kendim gösterebiliyor.

Ben, yaşlı kimselerin derin ve uzun bir hayatın tecrübelerinden doğan bir basiretle gelişen akıl ve hikmetlerini, çeşitli fikirler yayan, fakat çok oluşları dolayısıyla bunları uygulamaya imkanları olmayan gençliğin yaratıcı dehasından farklı bulurum. Gençlik bazı malzemeler toplar ve gelecek için planlar yapar. Olgunluk devresi, yani yılların getirdiği o sözde akıl ve hikmet, gençliğin dehasını öldür­mediği oranda, genç nesiller bu malzeme ve planlardan faydalanır­lar.

Bu ana kadar evde geçen hayatım, bütün gençlerin hayatlarına benziyordu. Yarın ne olacak düşüncesi beride yoktu. Bu sıralar bir sosyal mesele ile de karşı karşıya değildim.

Gençliğim küçük burjuvalar arasında geçmişti. Bu sınıfın kol işçilerine karşı üstünlüğü yok denecek kadar azdı. Fakat aralarında­ki düşmanlık son bulmuyordu. Düşmanlığın sebebi de, her şeyden yoksun ve münasebetlerindeki kabalık göze batacak kadar çok olan bu işçi sınıfını pek az da olsa aşmış bulunanların, tekrar o seviyeye inme korkusu veyahut da hâlâ bu sınıfa dahilmiş gibi sanılmaktan çekinmeleri idi. Bu sosyal seviyeyi bir defa geçmiş olan alçak gönüllü durumdaki kimseler için bile, kısa bir süre de olsa tekrar o yeninmek çekilmez bir zorunluluk olur.

Çoğu zaman yüksek bir sosyal seviyedeki kimseler, kendi vatandaşları arasında basit seviyelerde kalmış olanları, sonradan görmüş olanlara kıyasla daha az kötülerler. Burada sonradan görmüş, olarak vasıflandırdığım sınıf, kendi imkanlarını kullanarak durumunu düzelten kimselerin topluluğudur. İşte bu topluluğa dahil bu kimse hayatın her türlü acılarına muhatap olduğu için, geride bıraktığı basit sınıf mensuplarına karşı her türlü acıma hissi unutmuştur...

Kader bana bu hususta yardımcı oldu. Çünkü, babamın önceleri tatmış olduğu sefalet ve her türlü maddi imkansızlıklara tek dönmek zorunda kalınca, küçük burjuva olarak aldığım terbiyeni dar görüşlerinden ve değerlendirmelerinden sıyrıldım. Böylece m sanları tanımayı ve gerçek tarafları ile görmeyi öğrendim.

Viyana yirminci asrın başlarında sosyal haksızlıklarla dolu kent olmuştu. Servet ve yokluk burada yan yana yaşıyordu, Kentin merkezinde ve kenar mahallelerinde, elli iki milyon nüfuslu ve çe­şitli milletlerden kurulu bir imparatorluğun nabzının attığı görülü­yordu. Göz kamaştıran bir saray hayatı, imparatorluğun öteki bö­lümlerinin servet ve zekasını bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Bu cazibeye Habsburglar Monarşisi'nin sistemli bir görünüş içindeki merkeziyetini de eklemek gerekir. Bu merkeziyet, birbirlerine hiç benzemeyen bir sürü milleti sağlam bir şekilde bir arada tutmak için gerekli görülüyordu. Fakat yüksek otoritelerin, imparatorun Oturduğu şehirde toplanmalarına sebep oluyordu.

Viyana, sadece Tuna Monarşisi'nin siyasi, fikri ve sanat merkezi degildi. Aynı zamanda ülkenin iktisadi kalbinin attığı yer olarak da tebarüz ediyordu. Burada yüksek dereceli memurlar, yüksek rütbeli subaylar, ilim ve fikir adamları ile sanatkarlar vardı. Fakat bütün bu kalabalığa karşılık bir de işçi ordusu vardı. Aristokrasinin kamaştıran varlığı yanında, yokluğun son noktası bir dev gibi Ring caddesinin büyük binalarının önünde yüzlerce, işsiz bir aşağı bir yukarı gezinip duruyordu. Bu işsizler, Avusturya’nın zafer dolu günlerini hatırlatan bu büyük caddenin kanallarının içinde, çamuru kendilerine yatak yaparak yaşıyorlardı. Toplumsal dengesizlik Almanya'nın hiçbir kentinde, Viyana'dakinden daha iyi incelenemez. Fakat bu inceleme işi hiçbir zaman sınıflara tepeden bakarak yapılamaz. Bu korkunç yoksul­luğun ortasına düşmemiş bir kimse, Viyana'daki iktisadi durumun kötülüğünü anlayamaz. Eğer bu işe layıkıyla sarılmayıp da işi ucundan tutarsanız, ancak basit bir geveze ve istismarcı olmaktan ileri gidemezsiniz. "Halka doğru gitmek" merakına kapılan birtakım şık kimselerin, feleğin yüksek lütfuna kavuşmuş olanların ve sonradan görmelerin bu yoksulluk için fikir beyan etmeleri, konuşmaları, çağrı göstermeleri derdin halledilmesi yönünde uğursuzluktan başka Bu gibilerin düşünceleri içgüdüden yoksundur, fakat yinede her işi birden kavramak düşüncesine giderler. Sonunda savundukları tezlerin hiçbir işe yaramadığını görünce de şaşırıp kalırlar kendilerinin anlaşılmamış olmalarını, utanmadan halkın nankörlüğü olarak vasıflandırırlar. Bu şekil düşünen kafalar için bir gerçek olmamakla beraber şöyle denebilir:hı l,ı,iliydin bütün bu konularla hiçbir ilgisi yoktur. Özellikle bunlardan dolayı minnettar kalmak gerekmez. Çünkü lü­tuf ve iane dağıtılmayacaktır. Haklar geri verilecektir.

Ben toplumsal meseleleri bu biçimde inceleme durumunda kalmadım. Koyulmuşların ve yenilmişlerin ordusuna kaydolunca, sefalet beni kendisini incelemeye çağırmaktan çok, beni kendisinin uy­ruğu yaptı. Eğer kobay, ameliyata karşı durmuş ise suç kobayın de­ğildir.

Bugün o günlerime ait hatıralarımı toplamaya çalıştığımda, bu­nu tam başaramıyorum. Aklımda sadece belli başlı olanları, bana pek yakından temas edenleri kalmış. Bunları, burada kendilerinden istifade ettiğim derslerle beraber göreceğiz.

iş bulmak benim için hiçbir zaman güç olmadı. Çünkü ekmek paramı kazanmak için usta bir işçi gibi değil, yardımcı işçi veya rençper gibi çalışıyordum. Böyle yeni bir dünyada, kendilerine yeni bir hayat düzeni kurmak ve yeni bir vatan fethetmek gibi insafsız bir istekle Avrupa'nın tozunu ayakları ile silkeleyenlerin aralarına girmiştim, insanı tembelliğe sevk edecek görev ve mevki düşüncele­rinden, çevre ve geleneklerden yoksun bulundukları için önlerine çıkan her yere uzanıyorlar, her işe dört elle sarılıyorlardı. Namusluca çalışmanın hiçbir kimseyi lekelemeyeceğini biliyorlardı. İşte benim için yepyeni olan bu dünyaya, kendime bir yol açabilmek için bütün varlığımla atılmak kararını aldım. Aradan çok geçmeden şu nü gördüm ki, herhangi bir yerde iş bulmak, bulunan işte devamlı çalışabilmekten daha kolaydı. Günlük ekmekten emin olamama bana yeni hayatın karanlık yönlerinden biri olarak gözüktü.

Usta bir işçinin, herhangi bir rençper gibi işten sık sık kovul madiğini da tespit ettim. Gerçi usta işçi de, çalıştığı yere tam güvenemiyordu; işsizlik dolayısıyla aç kalmak ihtimaline daha az uğruyorsa da, grev veya lokavt tehlikeleri ile karşılaşıyordu, işçinin günlük ücretinden emin olmaması sosyal ve iktisadi hayatın en. korkunç yaralarından biridir.

Genç köylü çocukları daha kolay para kazanılıyor zannı ile sel re göç ederler. Belki de şehirde para kazanmak daha kolaydır, l'.n gençler büyük şehirlerin zenginliklerine kapılırlar, ilk işindeki k.ı zancı garanti olduğu için, şehirde, yeni bir mevki elde edebilere, , ümidi doğduğu vakit köyünü terk eder. Ayrıca genç toprak işçi h ziraat işçisi azlığı dolayısıyla köyde uzun bir işsizliğin sürmesini' imkansız olduğunu da bilirler. Şehre göç edenler, toprak işçisi ola­rak kalanlara kıyasla daha akıllı ve daha kabiliyetli olan kimselerdir, işte çoğu kez elinde birkaç para ile şehre gelen genç köylü, eğer hemen iş bulamazsa ümitsizliğe kapılmaz. Onu yıkan şey, bir işe girdikten sonra işsiz kalmasıdır. Çünkü yeni bir iş bulmak, özellikle kış aylarında çok zordur, ilk günler, üyesi olduğu sendikadan bir miktar işsizlik ücreti alır ve biraz da elinde bulunan para ile geçinir. Takat işsizlik fonundan aldığı yardım da kesilip, elde avuçta bir şey kalmayınca büyük bir sefaletle burun buruna gelir. Kendisine ait ufak tefek şeyleri satar veya rehine verip para alır. Bu bereketsiz parada bitince, sağda solda sürünmeye başlar. Kılık kıyafet itibariyle de aşağılık bir mevkie düşer. Kış kıyamet günü parasız kalışı, onun be­lini bir kat daha büker.

Fakat bir süre sonra bir iş bulursa da, akıbet yine aynı olur. Bu hali birkaç sefer devam eder. Sonunda alın yazısına rıza göstermeye alışır. Aynı şeyin devamlı tekrarı genç işçide bir alışkanlık meydana getirmiş olur.

Böylece önceleri çalışkan olan genç, her işte ve her şeyde kendini salıverir. Bu duruma düşünce de, sadece korkunç kârlar peşinde koşan ahlaksız adamların oyuncağı haline gelir, işte böyle bir genç işçi ekonomik ihtiyaçları uğrunda mücadele etmenin, devleti veya medeniyeti ortadan kaldırmakla aynı iş olduğu kanaatine varır. Ben bu karara varmadan önce, binlerce işçiyi inceledim. Sonunda genç adamları korkunç bir iştahla kendine çeken ve daha sonra onları öğüten ve kendine göre şekil veren, nüfusları bir iki milyonu iline nefret duymaya başladım. Bu işçiler böyle bir manzara içinde kaldıkları sürece milliyetlerini kaybediyorlardı.

Bende diğer işsizler gibi kaldırımlarda süründüm. Kaderimin her türlü darbelerine maruz kaldım, iş ile işsizliğin birbirini sık kovalaması geçinmek için şart olan masrafları ve harcamaları intizamsız bir hale sokuyordu. Açlık, kazanmanın kolay olduğu günlerde daha lüks bir hayat yaşamaya zemin hazırlıyordu. Vücut iyi günlerde bolluğa ve fena zamanlarda da açlığa alışıyordu. Yokluk, para kazanmanın daha kolay olacağı günlerde işçiyi daha düzenli, bir yaşayış planlamaktan alıkoyuyor, işkence ettiği zavallıların gözlerinin önüne kolay ve keyifli yaşamanın hayallerini getiriyordu. Bu hayale o kadar çekicilik veriyordu ki, sonunda hayali bir istek doğuyordu. Ücret biraz imkan sağlarsa, her şey unutuluyor ve ne pahasına olursa olsun, bu hayal gerçekleştiriliyordu. Yeni iş bulmuş bir kimse her türlü iyi düşüncelerden uzaklaşıyor, gününü gün etmeye başlıyordu, ilerdeki günler için mütevazı bir yaşayış planlayacak yerde, bu imkanı temelinden dinamitliyordu. Geliri ilk günlerde yedi günün beşine yetiyordu. Sonraları ise bu üç güne iniyordu. Aradan bir süre geçtikten sonra da bir günlük ihtiyacı karşılıyordu. En sonunda ise bir gecelik eğlencede bitiyordu.

Evde ise çoğu zaman kadın ve çocuklar oluyordu. Eğer koca iyi kalpli bir kimse ise, yani eşini ve çocuklarını kendi tarzına göre se­viyorsa, bunlar da bu yaşayışa alışıyorlardı. Bir haftalık gelir, evde hep birlikte israf ediliyordu. Paranın yettiği kadar yiyip içiyorlardı. Bu durum, iki üç gün sürüyordu. Sonra yine hep birlikte açlığın acısını çekiyorlardı. Bu sırada kadın sağa sola başvurup, bir parça şeyi veresiye alıyordu. Haftanın son günleri bu şekilde idare ediliyordu. Öğle vakitleri herkes hafif bir yemeğin etrafında toplanıyor­du. Artık hafta başı iple çekiliyor, hep ondan bahsedilerek, boş mi­de ile yeni tasanlar yapılıyordu.

Çocuklar küçük yaştan itibaren sefaletle yakın bir ahbaplık ku­rarlar.

Eğer erkek hafta başları kendi kafasına göre hareket ederse işle ı değişir. Karısı, çocukları için onunla kavgaya başlar. Evde kavga ek sik olmaz. Erkek karısından uzaklaştığı nispette alkole yaklaşır. Ar tık koca, her hafta sonu sarhoştur. Kadın, kendi ve çocukları için bir yemek parası temin edebilmek için, fabrikadan meyhaneye giden yolda kocasının arkasına düşer. Pazar veya pazartesi geceleri erkeği sarhoş, fakat cepleri boş bir durumda eve gönderdiğinde, çocukların gözleri önünde acınacak sahneler cereyan eder. İnsanın kemiklerini sızlatan bu sahnelere yüzlerce defa tanık oldum, îlk önceleri içimde isyankar bir duygu vardı. Fakat sonunda bu acı olayların derin sebeplerinin feci yönlerini teşhis ettim. Fena bir çevrenin bahtsız kurbanlarına acıdım.

Ev derdi ise daha feciydi. Viyana işçilerinin oturdukları evle ı deki sefalet sözle ve yazıyla anlatılacak gibi değildi, O sefalet dolu inleri içlerinde pisliğin aktığı sığınakları düşündükçe bugün bile titremekten kendimi alıkoyamıyorum. Bu sefalet ile yokluğun ve çocukların kötü kaderlerinin önü alınmazsa, er geç korkunç ve bu kadar gerekli olan "mukabele"nin davet edileceğini hiç akıllarına ge­tirmeden olayların akışına şuursuz bir şekilde ilgisiz kalan bu beşe­riyetin hali ne olacaktı?

işte beni böyle bir hayat üniversitesine yazdırmış olan Allah'ın lütfuna bugün ne kadar minnettar kalsam azdır. Bu gördüklerime ve hoşa gitmeyen şeylere ilgisiz kalamazdım. Süratle ve esaslı bir şe­kilde öğrenim yaptım.

O günlerde etrafımdaki insanların akıbetlerinden ümidimi kes­memek için, onların bu hale düşmelerinin sebeplerini tetkike lüzum vardı. Ancak bundan dolayı, acı ve ıstırap veren sahneleri tetkike ve seyre tahammül edebiliyordum. Göz yaşartıcı sahnelere fena kanunların, fena tecrübeleri sebep olduğu görülüyordu.

İste bu günlerde, ben de yaşamak için bin bir zorlukla pençeleşiyordum. Bundan dolayı, bu aşağılık hal karşısında sonu üzüntü bir hissiyata kapılmaktan kendimi koruyordum. Ancak meseleyi bu şekilde görüp, kapamak olmazdı. Bana göre bu feci halin düzeltilmesi için iki şık vardı. Biri, toplumsal sorumluluk duygusundan ilham alınarak gelişmemiz için çok daha iyi ve sağlam temeller atmak , diğeri de, artık ıslahı ve eğitilmesi imkansız hale gelmiş olan çocukları sert ve biraz da kaba bir kararla ortadan kaldırmaktır.

Tabiatta ender rastlanan herhangi bir yaratık kendi hayatının devamlılığından çok, kendi neslinin gelişmesine önem verir. Bu bakımdan günümüzün kötü taraflarını düzeltmeye uğraşmak gereksizdir. Esasen tam bir düzeltme yapmak imkansızdır. Esasta yapılacak |tek iş insanın doğumundan itibaren ele alarak, ona ilerdeki gelişmelere göre sağlam dikensiz yollar hazırlamaktan ibaret olmalıdır. Viyana’daki ızdırap dolu yıllarda şu kanıya vardım: Toplumsal faaliyetin hedefi , hiçbir zaman insanları kandırıcı bir refah ve saadet sağlamak olmamalıdır.Toplumsal faaliyetin toplumun gerilemesine sebep olan ekonomik ve kültürel hayatımızdaki belli başlı yoksullukları ortadan kaldıracak yönde olmasına dikkat edilmelidir. Gerekli olan kurtuluş tedbirlerini almayanların tereddütleri bir sınıf halkın ahlaksızlığa düşmesinden tek sorumlu olduklarına dair, kendilerinde bir duygu bulunmamasından doğar. Bu duygu, onlarda iş yapma azmini de felce uğratır.

Bu sefalet dolu günlerde beni korkutan şey, acaba insanların ekonomik yoksullukları ahlakça gerilemeleri ve kaba alışkanlıklar edinmeleri mi; yoksa düşünme kabiliyetlerinin zayıflığı ile kültür­süz oluşları mıydı? Yokluk içinde yüzde bir sefil, Alman olup olma­manın kendisi için hiç de önemli olmadığım ve nerede karnını doyurabilirse, orada yaşayıp, rahat edeceğini söylediği vakit, burjuva sınıfına dahil birçok kimse bu duruma isyan etmiştir.

Gelgeldim, bu duygularla dolu olan kaç kişi vardı? Acaba, kaç kişi yüksek bir ırka mensup olduklarını biliyordu? Alman olmanın gururunun kaynağının, Almanya'nın büyüklüğünü ve kudretini bil­mek olduğunu tahmin edebilen birkaç kişi var mıydı? Şu anda bili­niyor muydu ki, bazı sosyete çevrelerinde bu gurur kaynağı ile alay ediliyordu?

Belki denebilir ki, bu her ülkede böyledir ve işçi sınıfı, sosyete çevrelerindeki olaylara rağmen vatan sevgisi ile dolup taşmaktadır. Bu iddia doğru olsa bile, Almanların bu korkunç ihmalkarlıklarını affettirmez. Kaldı ki bu iddia pek doğru da değildir. Örnek vereyim: işte Fransız milleti... Fransızların aşırıya kaçtığı söylenen vatan sev­gilerinin kaynağı, kültür sahalarında Fransa'nın büyüklüğünü ta göklere çıkartmaktan başka bir şey değildir. Fransız genci herhangi bir hususta objektif olarak fikir elde edecek şekilde yetiştirilmez. O, ülkesinin büyüklüğünü ortaya koyacak şeylerin sübjektif değerlerini öğrenerek büyür.

işte böyle bir eğitim, daima önemli olan ve herkes tarafından takdir edilen konulara dikkat etmelidir. Bu değerli konular, milletin zihnine tekrar tekrar sokulmalı ve çakılmalıdır. Halbuki bugün Avusturya ve Almanya'da halkımızın okul sıralarında öğrendiği, milletim yücelten ve kendisine gurur veren, bilgi kırıntıları da, siya­si hayatımıza zehir saçan ve onu kemiren sıçanlar tarafından tırtık­lanır, işçinin kafasındaki bu bilgi kırıntısı, eğer daha önce sefalet ta­rafından yok edilmemişse, o zaman bunu milli ahlakı tahrip eden sıçanlar yiyip bitirirler.

Şimdi, iki odalı bir evde yedi kişiden müteşekkil bir ailenin oturduğunu düşünelim. Beş çocuktan biri üç yaşındadır. Bu yaş, ço­cukta bilincin oluştuğu dönemdir. Hiç kimse, bu dönemin hatırala­rını ihtiyarladığı zaman bile unutamaz. Evin dar oluşu her zaman rahatsızlık doğurur. Bundan dolayı kavgalar olur. Normal bir evde kendiliğinden çözümlenen birtakım küçük anlaşmazlıklar burada büyük kavgalara yol açar. Çocuklar arasındaki kavgalar pek önemli değildir. Kısa bir zaman sonra unutulur. Fakat anne ile baba arasın­daki kavga bazen adi haller alır. Sarhoşluğun ve fena davranışların ne derece ileri gidebileceğini tasavvur edebilmek için böyle çevrele­re girmek gerekir. Altı yaşında bir çocuk büyük adamları dahi hay­rete düşürecek ve onları titretecek birtakım ayrıntıya sahip olur. Ahlaken ve fiziken zehirlenen çocuk, okula başladığı zaman, orada yalnızca okuyup yazmayı tahsil eder. Evinde, okulundan ve hoca­sından adi bir dille bahsedilir. Zaten bu gibi evlerde daima devlet müesseselerine hürmet gösterilmez. Din, ahlak ve milletle alay edi­lir. Çocuk, okulu bitirdiği vakit, müspet bilgiler hakkında, ya bir ahmaklık ya da saçları dimdik edecek kadar küstahlık gösterir. Gö­zünde kutsal hiçbir şeyi olmayan ve öte yandan hayatın bütün al­çaklıklarını tahmin eden veya bilen bu herif atılacağı hayatta ne şek­le girecektir? On beş yaşındaki çocuk her otoriteyi kötülemeye baş­lar. Çünkü o düşünce gücünü geliştirecek şeylerden çok, çamur ve pisliği görüp öğrenmiştir, işte delikanlının erkeklik terbiyesi şöyle olacaktır: O, çocukluğunda gördüğünü, yani babasının misalini de­vam ettirecektir, istediği saatte eve dönecek, kendisini dünyaya ge­tirmiş olan zavallı annesini, babasının yerine şimdi kendi dövecek, Tanrı'ya küfredecek ve en sonunda ıslahhanelerden birine düşecek­tir. Orada da cilalanacaktır.

Bu sonuç, yani gençlerimizdeki milli heyecanın azlığı, bizim iyi kalpli burjuvaları hayrete düşürecektir.

Burjuva daima böyledir. Tiyatro, sinema, adi kitaplar ve gazete­lerle, halka zehrin nasıl verildiğini görür ve sonunda da halkın ahlakındaki zaaftan ve bananecilikten hayrete düşer. Sanki sinema ve şüpheli basın milli büyüklüğümüzün değerini halka yaymaya çalışı­yorlarmış gibi... işte o zamana kadar aklıma gelmeyen şu ilke}1! öğ­rendim:

Bir kavmi millet haline getirebilmek, daha önce kusursuz ve sağlam bir toplumsal çevre yaratmaya bağlıdır. Kişinin eğitimi için bu gerekli bir zemindir. Ancak, aile yuvasında ve okulda memleke­tinin fikri, iktisadi ve siyasi büyüklüğünü öğrenen bir kimse, o mil­lete mensup olmanın gururunu duyabilecek ve tadacaktır, insan an­cak sevdiği ve hürmet ettiği şey uğruna mücadele eder. Hürmet et­mek için bilmek şarttır. Toplumsal konulara karşı ilgim uyanınca, bu konuları ciddi bir şekilde inceliyordum. On ana kadar bende meçhul olan yeni bir dünya gözlerimin önüne seriliyordu.

1909 ile 1910 yılları arasında durumum değişti. Hayatımı ame­le olarak değil de ressam sıfatı ile kazanıyordum. Bu meslek sayesin­de ancak geçinebiliyordum. Fakat yeni mesleğim sayesinde akşam­ları yorgun düşmekten kurtulmuştum. Artık şantiyeden döndükten sonra yatağa kıvrılıp yatmıyordum. Çalışmalarım gelecekteki mesle­ğimle ilgili idi. Mecburiyet dolayısıyla resim yapıyordum. Zevk için çalışıyordum.

Gerçek hayatın ortaya koyduğu derslerle, toplumsal konular hakkında karşılaştığım şeyleri bu gerekli nazari bilgilerle tamamla­ma imkanını buluyordum. Bu konuya dair elime geçen kitapların hepsini okuyordum. Hem okuyor, hem de düşünüyordum.

O günlerde çevremdeki insanların beni "kaçık" kabul ettiklerini tahmin ediyorum.

Ayrıca, bunlardan başka mimari çalışmalara da ihtiras ile ken­dimi vermiştim. Bunu, müzik gibi güzel sanatların bir kraliçesi ka­bul ediyordum. Mimari sahadaki çalışmam benim için bir gerçek çalışma değil, sanki mutluluktu. Gece geç saatlere kadar hiç yor­gunluk duymadan okuyup, desen yapıyordum. Hedefe varmam için uzun yıllar beklemem gerektiğini görmeme rağmen, güzel hülyam bu konudaki inanışıma kuvvet veriyordu. Mimar olarak ün kazana­cağıma dair tam bir kanaatim vardı.

Bu zevkli çalışmamın yanı sıra, siyasete gösterdiğim ilgi, pek büyük bir anlam taşımıyordu, tam tersine bu işi, düşünme kabiliye­ti olan her yaratığın mecbur olduğu ilkel bir görev sayıyordum. Hal­buki siyaset alanında bilgisi olmayan bir kimse her çeşit eleştiri ve­yahut herhangi bir görev yapma hakkını kaybederdi. Bu alanda da çok okuyor ve çok düşünüyordum. Benim için okumak, sözüm ona düşünürlerimizin bir bölümünün ifade ettiği anlamla aynı değildi.

Bazı kimseler vardır ki, bunlar hiç ara vermeden kitap okurlar. Okuduklarından bir netice çıkarmaksızın devamlı okuyup dururlar. Bu kimselerde bir yığın bilgi yardır. Fakat beyinleri bu bilgileri bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Bir kitabın bütün içeriğini adeta ezberlerler. Kabiliyetleri, okudukları kitabın içinden ayrıntıyı atıp, esası zihinlerinde tutmaya ve bu bilgi özünü ilerde kullanmaya yetmez. Kitap herkesin kendi mesleğinin veya idealinin tespit ettiği muayyen bir sınırı doldurmak için değerli bir vasıtadır. Kitaplar ha­yat mücadelesine atılmış olanlara veya büyük ideal sahiplerinin ge­niş ufuklarına, yani ufuklar katmakta yardımcı olurlar. Demek ki okumak bir gaye değildir. Okumanın ve bilgi edindikten sonra mü­talaada bulunmanın hedefi, dünya hakkında genel bir fikre ve görü­şe sahip olmaktır. Sistemli biçimde okuyarak elde edilecek bilgiler, bir mozaik parçası gibi yerine yerleştirilmelidir. Böylece kitap oku­yanın zihninde dünya hakkında genel bir fikir meydana getirilmeli­dir. Yoksa okuyucunun kafasında büyük bir değerden yoksun bir bilgi salatası meydana gelmemelidir. Bu bilgi salatası sahibine bir gurur vesilesi olsa da, herhangi bir işe yaramaz. Kafalarının içinde bilgi salatası taşıyan kimseler, kendilerinin çok şeyler bildiklerine hükmederler. Fakat bu gibi kimselerin hayatları ya bir hastanede ya da politika çukurunda son bulur.

Böyle karmakarışık bilgi ve fikirlerle dolu beyin, istediği bilgiyi, kendisine gerekli olduğu an, bu kalabalığın içinden tutup çıkara­maz. Çünkü beyindeki bilgi tortusu hiçbir elemeye tabi tutulma­mıştır. Sadece okunan kitapların içerdiği bilgilerle beraber bir sürü ayrıntı üst üste yığılıp kalmıştır.

Bu gibi zavallı yaratıklar karşılaştıkları zorunluluklar sırasında okuduklarından faydalanacakları akıllarına gelse bile, ancak kitabın adım, sayfa numarasını ezbere bilmeleri gerekir. Aksi halde bu gibi kimseler işlerine yarayacak bilgileri hayatları boyunca bulamazlar. Buldukları anda da iş işten geçmiş olur.

işte, hükümet üyelerinin büyük ilim sahibi olmalarına rağmen, hata çukuruna yuvarlanmalarının sebebini başka yerde aramaya ge­rek var mıdır?

Bir kitap veya dergide, gazetelerde veyahut bir broşürde kendi özel ihtiyaçlarına cevap veren bir malzemeyi görüp, ayrıntının arka­sından çekip alabilen kimse, okumayı bilen, okuduğunu anlayan kimsedir. Bu kimsenin kendisi için faydalı olduğunu anladığı bilgi özü , herhangi bir husus için, derhal zihinde oluşan hayalin içinde yerini bulur. Bu bilgi özü ya o düşünceyi ya da hayali tamamlar ve­ya düzeltir, veyahut da onu açıklığa kavuşturur.

Okumayı bilerek yapmış olan kimse hayat mücadelesi sırasında imi bir şeyle karşılaşırsa, hafızası yıllar önce de olsa çok eskiden elde ettiği fikir ve bilgiyi onun zihnine getirir. Muhakeme sahibi olan kimse de derhal bu bilgi ve fikirleri mantığına göndererek olay kar­şısında tavır alır. işte okuma böyle yapılırsa bir yarar sağlar.

Örneğin bu şekilde hareket etmeyen, daha doğrusu edemeyen bir konuşmacı, kendisini dinleyenlerden birinin yapacağı itiraz kar­şısında şaşırıp kalacaktır. Hatta hatta bu konuşmacı haklı bile olsa, o sıra acı içinde kıvranacaktır. Bu kimse ne savunduğu fikirler için delil ve tamamlayıcı bilgiler bulabilir ne de itiraz eden kimseyi susturabilecek haklı ve doğru bilgiler gösterebilir. Bu durumun kişisel sorumluluklar söz konusu olduğunda bir zararı yoktur. Ancak felek bu gibi kimseleri milletin başına bela ederse, işte o zaman tehlike belirir.

Ben küçük yaşımdan itibaren okurdum, yani iyi okumaya alış­tım. Bu işte hafızam ve aklım bana büyük çapta yardımcı oldular. Bu sayede Viyana'da geçen günlerim benim için çok verimli oldu. Her gün gördüğüm yeni manzaralar beni devamlı olarak incelemeye ve okumaya itti. Gerçeği nazari olarak, nazariyatı ise gerçekle tetkik, tahkik ve tahlil ettiğim için, kuramsal bilgilerle kafamı doldurmadım. Günlük tecrübelerim toplumsal meselelerden başka, iki büyük husus hakkında da kesin bir fikir verdi.

Böylece ben onları çok ince bir şekilde tetkik ve tahlil ettim.

Gençliğimde Sosyal Demokrasi hakkındaki bilgim çok azdı ve tamamen yanlıştı. Sosyal Demokrasi'nin gizli oy usulü için yaptığı mücadele beni memnun ediyordu. Çünkü bu usul ile tiksindiğim Habsburglar rejiminin çökeceğini tahmin ediyordum. Ben Tuna Devleti'nin Cermenliği gözden çıkarmazsa ayakta kalamayacağına inanıyordum, fakat nüfusun içindeki Alman unsurunun Slavlaştırılması da hiçbir güvence vermeyecekti. Keza Slavizmin bir topluma verdiği aynı cinsten olma kuvvetini gözümüzde büyütmemeliyiz. Sözün kısası nüfusu 10 milyon olan ve vatandaşları arasındaki Cer­men ırkını ölüme mahkum eden bu devletin bir an evvel yıkılması­nı ve aynı zamanda bu yıkılma işini çabuklaştıracak her hareketi destekliyordum. Dillerin çeşitli oluşunun doğurduğu kargaşalık parlamentoyu nasıl zayıflatır ve zaafa uğratırsa, bu hükümetin yıkıl­ma anı da, o kadar çabuk olacaktı. Bu an Alman Avusturya'sının hürriyet anı olacaktı. Artık Avusturya'nın anavatan Almanya ile bir­leşmesine bir engel kalmayacaktı. Bu bakımdan Sosyal Demokratların hareketleri ve tutumları benim düşüncelerim yönünden çok iyiydi. Sosyal Demokratların işçi lehinde çalışmaları o günlerde be­nim hoşuma gidiyor ve bu yüzden beni bu partinin sempatizanı ol­maya zorluyordu. Beni bu partiden uzak tutan husus ise, Sosyal De­mokratların Avusturya sınırı içindeki Germenlerin muhafaza edil­mesi için yapılan mücadeleye karşı çıkması idi. Halbuki Slav komü­nistleri, Sosyal Demokrasi'nin bu tutumunu sevinçle karşılaşmaları­na rağmen, başka hususlarda bu partiye karşı çok küstah ve gaddar davranıp tepeden bakıyorlardı. Böylece bu siyasi dilencilere hakları olan cevabı vermiş oluyorlardı.

On yedi yaşımda iken "Marksizm" hakkında da henüz bende bir fikir oluşmamıştı. Sosyal Demokrasi ile Sosyalizm'e hemen he­men aynı manayı veriyordum. Sosyal Demokrasiyi gösterilerinin bir seyircisi olarak tanıdım. Bu hususta bir fikrim olmadığı gibi, üyele­rinin zihniyetlerini de bilmiyordum.

Sosyal Demokratlarla ilk münasebetim, bir şantiyede oldu. Açlıktan ölmemek için iş arıyordum. Geleceğimden endişe ediyordum. Bu yüzden de çevremle ilgilenmiyordum. Fakat bir olay beni bu ta­rafa sürükledi: Bana sendikaya kayıt olmamı emrettiler. O zamanlar sendikalar hakkında bir bilgi sahibi değildim. Sendikaların işçilere faydası veya zararı hakkında bir fikrim yoktu. Fakat, kesin olarak sendikaya girmem emredilince, bu konuda bir bilgim olmadığını ve özellikle ne olursa olsun, hiçbir şeye bağlanmak istemediğimi belir­terek daveti reddettim. Eğer hemen kapı dışarı edilmemişsem bu ileri sürdüğüm birinci sebepten dolayı idi. Herhalde bir iki gün içinde her şeyi öğreneceğimi ve kendilerine bağlanacağımı sanıyor­lardı, fakat tamamen yanılıyorlar di. Önceleri sendikaya girmem bir parça imkan dahilinde idiyse de, iki hafta sonra bu ihtimal de orta­dan kalkmıştı. Gerçekten bu kısa süre içinde çevremdekileri pek iyi tanımıştım. Beni, dünyada hiçbir kuvvet, temsilcileri bana bu kadar ters gelen bir teşkilata sokamazdı

Link to comment
Share on other sites

Nihayet on dört on beş yaşıma geldiğimde siyasetten bahsedildiği sıralarda Yahudi kelimesini duymaya başladım. Bu sözler ben de az da olsa bir itiraz etme duygusu uyandırıyordu. Mezhepler dolayısıyla çıkan kavga ve çekişmeleri gördüğüm vakit içimde nahoş hisler kabarıyordu. Bu hal de, beni bu hususta bazı itirazlara zorluyordu.

Linz'deki Yahudi sayısı azdı ve Avrupalılaşmalardı. Onları Alman zannediyordum. Bu kanaatin manasızlığını idrak edemiyordum. Almanla Yahudi arasındaki farkın sadece dinler arasında olduğunu zannediyordum. Hatta sürekli zulümlere hedef olmalarını, din farkına veriyor ve bu yüzden de kendilerine antipati beslemiyordum.

İşte kafam bu düşüncelerle dolu olarak Viyana'ya geldim. Mimari alandaki kabiliyetimin bolluğu içine daldığım ve kendi mukadderatımın ağırlığı altında ezildiğim için, ilk günler büyük şehrin nüfusunu teşkil eden çeşitli zümreler hakkında gözüme hiçbir şey takılmadı. O günlerde Viyana'da iki milyon kişi yaşıyordu ve bu nüfusun iki yüz bini Yahudi idi. işte ben bunun farkında değildim. İlk günlerde gözlemlerim ve düşüncelerim, yeni değer ve fikirlerin giriştikleri hücuma pek o kadar karşı koyacak kuvvette değildi. Nihayet içimde ağır ağır sükûnet ortaya çıkmaya başladığı ve bu hummalı hayaller açıklığa kavuştuğu sıralarda, Yahudi meselesi ile burun buruna geldiğim an ki, etrafımı çepeçevre saran dünyaya çok daha dikkatli bakmaya başladım.

Yahudi meselesi ile karşılaşmamdaki şekil bana pek hoş gelmedi. Ben o sıralarda Yahudi'yi sadece başka bir dine mensup bir kimse olarak kabul ediyordum. Dini çekişmelerden ve dini inanışlardan çıkan her türlü düşmanlığı, hoşgörü ve insaniyet adına daima kınamaktan da kendimi alamıyordum. Bu arada Viyana'nın Yahudi aleyhtarı basının tutumu da bana medeni bir milletin örf ve geleneklerine yakışmaz gibi geliyordu. Orta çağlara kadar uzanan ve tekrarı kanaatimce hiç istenmeyen bazı olayların hatırası aklıma takılıyordu. Esasen bu bahsettiğim gazeteler, birinci sınıf basın organı olarak kabul edilmiyorlardı. Peki ama niçin bu böyle idi? Bunu o günlerde ben de pek bilmiyordum, işte bundan dolayı bu gazetelerin tutumuna hiddet ve çekememezliğin sebep olduğunu sanıyordum. Bu kanaatimi, büyük basın organlarının yayın yolu ile yapılan bu hücumlara karşılık vermemesi de kuvvetlendiriyordu. Benim takdir edip, beğendiğim husus, bu basının kendi aleyhindeki yayınlara cevap vermeyip, susarak ve onlardan hiç bahsetmeyerek onları "sessizlik" ile ortadan kaldırması idi.

Dünyaca meşhur Neue Freie Presse, Wiener Tagblatt ve diğerini devamlı olarak okudum. Okurlarına bol bol bilgi vermeleri ve konuları gayet tarafsız ortaya koymaları beni hayrette bıraktı, işte bu basının kibar halini takdir ediyordum. Sadece basının ağır üslûbu beni biraz rahatsız ediyordu, hatta bende olumsuz etki bırakıyordu. Belki de bu kusur, bütün bu büyük kozmopolit şehre can veren çırpıntılı ve hareketli yaşayışın sonucu olabilirdi. O günlerde, Viyana'yı böyle bir şehir saydığım için, kendi kendime bulduğum açıklamanın bir mazeret teşkil etmekten öteye geçemeyeceğini kabul ediyorum.

Fakat beni en çok rahatsız eden şey bu basının hükümete pek yılışık ve terbiyesiz bir şekilde kur yapması idi. Hofbourg'da küçük bir olay çıkmaya görsün, işte bu olay okurlara, ya çok büyük bir şevk ve galeyan içinde ya da büyük bir üzüntü bulutu altında kaleme alınarak sunuluyordu. Hele hele gelmiş geçmiş bütün devirlerin en akıllı hükümdarı (!) konu edildiği vakit, gazetelerde çıkan yazılar, kızışma sırasındaki bir yaban horozunun dişisini büyülemek için yaptığı dansı akla getiriyordu. Bütün bunlar bana bir gösterişten ibaret gibi geliyordu.

İşte benim bu gözlemim "liberal demokrasi" hakkında bugüne kadar beslediğim fikirlerin üzerine bazı gölgeler düşürdü. Sarayın sevgisini bu şekilde kazanmak, milletin şerefini hiçe saymak demekti. Böylece Viyana'nın büyük basını ile arama kara kedi girmişti. Her zaman yaptığım gibi, daha ilk günlerde de Almanya'da gerek siyasi alanda ve gerek sosyal yaşayışta gelişen olayların hepsini Viyana'da büyük bir dikkat ve ihtirasla takip ediyordum. Reich'ın yükselmesini, Avusturya Devleti'nin rehavet hastalığı ile gurur ve hayranlık duyarak mukayese ediyordum. Reich'ın dış siyasetindeki başarıları bana sonsuz bir keyif verirken içteki siyasi durum beni o kadar sevindirmiyordu. O sıralarda ikinci Guillaume aleyhindeki mücadeleyi hiç uygun bulmuyordum. Onu sadece Alman imparatoru kabul etmiyor, aynı zamanda Alman donanmasının tek yaratıcısı sayıyordum.

Reichtag'ın, imparatoru siyasi nutuk vermekten alıkoyan kararı, beni bir hayli sinirlendiriyordu. Çünkü bu karar bu hususta hiçbir yetkiye sahip olmayan bir meclisten çıkıyordu. Bu erkek kazlar, parlamentolarında sadece bir devre zarfında bile, bütün bir imparator hanedanının yüzyıllar boyunca yapamayacağı manasızlıklardan Çok daha fazlasını ortaya koyuyorlardı. Her yarı delinin düşüncelerini dinletmek için söz aldığı, hatta kanun yapıcısı sıfatı ile devlet içinde başıboş bırakılan ve bütün dönemlerin en geveze insanlarından oluşan aşağılık bir meclisten, imparatorluk tacım taşıyan kişinin azar işitebildiğim görmek bende nefret uyandırıyordu. Ayrıca beni çileden çıkaran başka bir şey daha vardı. Bu da imparatorluk •tabalarının en adi atlarını bile, gayet saygıyla selamlayan ve eğer hayvan kuyruğunu sallarsa büyük bir vecde dalan Viyana basınının, Alman imparatoru'na ait asılsız endişelerini üzüntülü bir dille ve aslında iyi bir biçimde saklanamayan kötü bir niyetle ortaya koymaya cesaret etmesi idi. Eğer bu basının yazdıklarına bakılırsa Almanya imparatorluğunun işlerine karışmak niyetinde değildiler.

Keşke ALLAH onları böyle bir davranıştan korusa! Fakat onlara bakılırsa, iki imparatorluk arasındaki anlaşmanın ortaya çıkardığı ödevi yerine getiriyorlardı ve bu bakımdan yaranın üzerine o adi, pis parmaklarını güya dostça bir biçimde basıyorlardı. Böylece basının gerçeği yazma ödevini yerine getirmiş oluyorlardı (!) Aslında onlar, böyle yazarak sırıta sırıta yaraya kirli parmakları ile basıyorlardı. Bundan dolayı bütün kanım tepeme çıkıyordu. Gitgide büyük ve itibarlı (!) basından şüphe etmeye başladım. Sonunda Yahudi aleyhtarı gazetelerden biri olan Deutsches Volksblatt'ın bu durumda daha asil ve terbiyeli bir şekilde hareket ettiğini gördüm.

Ayrıca beni sinirlendiren diğer bir husus da, büyük basının o günlerde Fransa Devleti'ne karşı gösterdiği saygı idi. Nerede ise bu saygı ibadet şeklini alacaktı. Bu itibarlı (!) basının o "medeni millet"i övmek için söylediği güzel şiirleri okuduğum zaman, insan Alman olduğuna adeta utanıyordu. Bu adi Fransa sevgisi salgını çok defa bu büyük gazeteleri elimden fırlatıp yere atmama sebep oldu. Çoğu zaman Volksblatt'ı okuyordum. O daha küçük bir dünyaya sahip i-di. Fakat böyle konuları daha uygun bir üslûpla ele alıyor ve inceliyordu. Gerçi onun Yahudi aleyhtarlığını pek tasvip etmiyordum. Fakat yazılanların arasında bazı kere öyle deliller tespit ediyordum ki, bunlar beni düşünceye sevk ediyorlardı.

Belki de o günlerde Viyana'nın kaderine hakim olan şahsı ve partiyi işte bu hava içinde tanıdım. Bu adam Dr. Kari Lueger, parti de Hıristiyan Sosyal Parti idi. Viyana'ya geldiğim günlerde bunlara karşıydım. Bana göre Dr. Kari Lueger ve parti, gericiydiler. Fakat sonunda, hem o şahsı hem de eserini tanımak fırsatını elime geçirince bu hükmümü değiştirdim. Bugün bile Dr. Kari Lueger'i bütün devirlerin en yüksek Alman belediye başkanı kabul ediyorum. Hıristiyan Sosyal hareket karşısındaki kanaatlerimin değişmesi ile, kafamda ne kadar batıl düşünceler varsa hepsi bir anda yok oluverdi. Yahudi aleyhtarlığı hususundaki kanaatim de zamanla değişti. Fakat bu doğru yola giriş benim için çok ıstıraplı oldu. Ayrıca zihnimde gizli mücadeleler cereyan etti. Ancak, akıl ve hissiyat, tıpkı iki düşman gibi birbirleri ile savaştıktan sonra, akıl zaferi elde etti. iki yıl geçtikten sonra ise, akıl ve hissiyat birbiri ile birleşti ve sonunda hissiyat aklın sadık bir koruyucusu ve yol göstericisi oldu. Düşüncelerimin aldığı terbiye ile akıl arasında geçen ve pek hoş olmayan bu büyük çekişme sırasında Viyana kaldırımlarının verdiği hayat dersi, benim için çok değerli görevleri yerine getirmemi sağladı.

Artık sokak ve caddelerde körler gibi dolaşmıyordum. Gözlerim açılmıştı. Bir gün Viyana'nın eski mahallelerinden geçerken, ani olarak uzun pelerinli, uzun siyah saçlı bir adamla karşılaştım. Bu da bir Yahudi miydi? işte ilk aklıma gelen düşünce bu oldu. Linz Yahudilerinde bu kıyafet yoktu. Bana yabancı gelen simayı ihtiyatlı bir şekilde ve dikkatle inceledim. Bu yabancı simayı inceledikçe adamın yüz hatlarına dikkatle baktıkça biraz evvel kendi kendime sorduğum soruyu değiştirdim: Acaba bu bir Alman mıydı?

Hemen kitaplarda şüphelerimi yok edecek çareler aradım. Hayatımın ilk Yahudi aleyhtarı broşürlerini satın aldım. Fakat ne var ki, bu broşürlerin hepsi de okuyucularının Yahudi davasını biraz biliyor farz ederek hazırlanmıştı. Bu broşürlerdeki yazılarda bende yeni birtakım şüpheler doğurdu. Keza iddialarını ispat için ileri sürdükleri deliller çok yüzeysel ve ilmi temelden tamamen uzaktı, işte bundan dolayı batıl fikirlere tekrar saplandım. Bu durum haftalarca ve hatta aylarca devam edip gitti.

Mesele bana o kadar anormal, ithamlar o nispette ölçüsüz geliyordu ki, haksız bir karar alma korkusu, bana işkence edip duruyor, beni endişe ve tereddütlere düşürüyordu. Esasen, dini çekişmeler sırasında özel bir mezhebe mensup olan Almanların konu edilmediğini, tamamen ayrı bir ırkın, yanı Yahudiliğin üzerinde durulduğunu anlamaya başladım.

Artık bu hususta hiçbir şüphem kalmadı. Çünkü bu konu ile meşgul olmaya başladığım ve bütün dikkatimi Yahudiler üzerine yoğunlaştırdığım günden bu yana Viyana'yı başka bir şekilde görmeye başladım. Artık nereye gitsem, ne tarafa baksam gözüme hep Yahudiler takılıyordu. Yahudileri çok ve sık gördükçe onları diğer insanlardan kolayca ayırabiliyordum. Viyana'nın merkezinde ve Tuna'nın kuzeyindeki mahallelerin dış görünüşleri, Almanların oturdukları yerlerin görünüşleri ile tamamen farklı idi. Oralarda başka bir nüfus cıvıl cıvıl kaynaşıp duruyordu.

Şimdi, belki bu hususta, yani Yahudileri tanımada biraz şüphem varsa da, Yahudilerden bazılarının davranışları beni her türlü süphe ve tereddütten uzaklaştırıyordu. Yahudiler arasında gelişme ve Viyana'da oldukça dal budak sarmış büyük bir hareket Yahudi ırkının vasfını özellikle göze çarpar bir şekilde ortaya koyuyordu. Bu büyük hareket Siyonizm'di.

Yahudilerin küçük bir kısmı Siyonizm'i tasvip ediyordu. Geri kalan çoğunluk ise bu prensibi kabul etmiyor gibiydi. Fakat bu davranışlara yakından bakılacak olursa, perde kalkıyor ve ortaya bambaşka bir durum çıkıyordu. Göze, kendi davalarının gereği olarak Uydurdukları birtakım aslı astarı olmayan sebepler çarpıyordu. Gerçekte ise Liberal Yahudiler, siyasi faaliyet gösteren Yahudileri, aynı irkin mensupları değildir diye reddetmiyorlardı. Onlar sadece Yahudiliklerini düşünerek onlara fena gözle bakıyorlardı. Fakat bu durum onların bir araya gelmelerine ve birlik olmalarına engel teşkil etmiyordu, işte bu Liberal Yahudilerle, Siyonist Yahudiler arasındaki yapmacık kavga bende büyük bir tiksintinin doğmasına sebep oldu. Bu göstermelik çekişme hiçbir gerçeğe dayanmıyordu, tam manasıyla koca bir yalandan ibaretti. Bu hile ise, Yahudi ırkının kendine yakıştırdığı asalete ve temiz ruhluluğa hiç uygun düşmezdi. İşin aslına bakılırsa bu ırkın ahlaklı ve temiz ruhlu oluşu çok özel bir haldi.

Bu heriflerin suya karşı ne kadar az yakınlıkları olduğu yüzlerine bakılınca, hatta çoğu defa yanlarına gözünüz kapalı olarak bile yaklaşınca derhal anlaşılıyordu. Sonra bu pelerin giyen heriflerin o adi kokularını duydukça, midemin kabardığını hissetmeğe başladım. Hepsinin üstü başı pisti ve hiç de kibar kimseler değildiler. Anlattığım bu ayrıntıda belki ilgi çekici bir husus yoktur. Ama bu heriflerin pislikleri altında o seçkin ırkın ahlak yönünden eksikliğini tespit edince büyük bir tiksinti duyuyordum.

Artık beni en çok ilgilendiren şey Yahudilerin bazı sahalarda gösterdikleri faaliyetlerdeki hareket şekilleri idi. Yavaş yavaş hareketlerinin sırlarını keşfetmeye başladım. Sosyal hayatta ne şekilde olursa olsun herhangi bir kötülük varsa Yahudi ona muhakkak katılıyordu. Bu tip bir yaraya neşter vurulur vurulmaz, kokuşmuş bir vücuttaki solucan gibi parlak ışıktan gözleri kamaşmış bir çıfıt ortaya çıkıyordu.

Yahudilerin basında, güzel sanatlarda, edebiyatta, tiyatro ve sinemadaki faaliyetlerini inceden inceye tetkik edince, bende Yahudilik aleyhinde bir çok ithamlar birikti. Böylece tatlı sözler, tatlı yazılar bana bir fayda vermez oldular. Herhangi bir tiyatro ya da sinema afişlerine bakmak ve o temsili ya da filmin senaryosunu yazan adları incelemek yetiyordu. Böyle yapılınca insan ister istemez Yahudilerin amansız düşmanı oluyordu. Bu sinsi faaliyet Viyana'da halkı zehirleyen bir ahlak vebasıydı ki, eski devirlerin vebasından çok daha büyük felaketlerle yüklüydü. Bu zehir hiç durmadan bol miktarda i-mal edilip etrafa yayılıyordu. Bu eserleri meydana getirenlerin terbiye ve fikir seviyeleri ne kadar sıfır, hatta sıfırın altında ise, eser (!) meydana getirme kabiliyetleri de o kadar büyük idi. Bu adi adamlar sanki bir püskürtme makinesi gibi, bütün pisliklerini insanlığın yüzüne fışkırtıp duruyorlardı. Bu gibi adi adamların sayısı da bir hayli kabarıktı.

Tanrı'mın lütfettiği bir Goethe'ye karşılık, onun çağdaşlarına bu çalakalem giden heriflerin musallat olduklarını bir düşünün. Bu adı adamlar birer basil gibi en temiz ruhları zehirlemekten bir an bile geri kalmıyorlardı. Yahudi'nin Tanrı tarafından bu korkunç rolü oynamak için özellikle yaratıldığını düşünmek pek müthiş bir şey... Fakat bu hususta aldanmamak ve hayallere asla kapılmamalıyız. Çünkü seçkin ırk dedikleri, bu mundarlar mıdır?

Artık sanat eseri olarak ortaya çıkan pis ve adi yazılan kaleme alan isimleri, büyük bir dikkatle incelemeye başladım. Bu incelemenin sonunda daha önceki düşüncelerimin hatalı olduğunu gördüm Hissiyat ne kadar insanı aldatırsa aldatsın, aklın araştırma yolu ile ortaya çıkaracağı sonuçlar daha doğru oluyordu. Gerçek şuydu! Güzel sanatlardaki adi eserler, edebi sahadaki pislikler, tiyatro ve sinemalarda oynanan budalalıkların yüzde doksanı, memleket nüfusu nün ancak yüzde biri kadar olan bir ırkın meydana getirdiği şeyler di. Bu inkar edilmez bir gerçekti. Bir vakitler benim dünyaya hakim gibi gördüğüm büyük basım da aynı dikkat ve hassasiyetle inceledim.

Çengeli ne kadar derine atar, neşteri yaraya ne kadar çok vurursam eskiden beni hayranlıklar içinde bırakan şeylerin itibarları gözümde sıfıra iniyordu. Bu basının üslubu dayanılmaz bir şeydi. Milletine yabancı olduğu kadar, basit bulduğum fikirleri de kabul etmek zorunda kaldım. Bu yalan makinelerinin yazılarındaki tarafsızlık bana doğru gibi gelmekten çok, büyük birer uydurma şeklinde görünüyordu. Bu basındaki yazarların hepsi Yahudi idiler. Eskiden hiç dikkatimi çekmeyen binlerce ayrıntı şimdi bütün dikkatimi Üzerlerine topladılar ve incelemeye layık görüldüler. Bir vakitler beni düşündüren hususları da açıkça görmeye ve etki alanlarını anlamaya başladım. Artık bu basının liberal fikir ve düşüncelerini bambaşka bir şekilde görüyor ve tartıyordum. Kendisine karşı olanların yazılarına cevap verirken takındığı kibarlığın veya düşüncesine ters düşen yayına karşı bir ölü sessizliği içinde susmasının sahtekarlığını artık iyice anlıyordum. Bu şüphesiz çok kurnazca davranıştı.

Övgü dolu tiyatro sinema eleştirileri, sadece Yahudi olan yazarlar içindi. Daima Alman olan yazarlar kötüleniyordu. ikinci Guillaume'a sinsice batırdıkları iğneler öyle güzel tekrarlanıp duruyordu ki, bu yayının bir merkezden hazırlanıp halka sunulduğunu derhal miadım. Fransız kültürü ve medeniyeti için çıkan yazılar da bu şekilde hazırlanıyordu. Müstehcen yazılar, adi tefrikalar gırla gidiyordu, Bu basının dili kulağıma yabancı geliyordu. Makalelerin hepsi Alman milletinin menfaatlerine o kadar ters düşüyordu ki, bu muhakkak kasten yapılıyordu, işte böyle hareket etmek kimin faydasına idi? Bu bir rastlantı eseri miydi?

Tekrar tereddüt içinde kaldım, incelemelerime devam ettim. Bir sürü olayları tek tek inceledikçe düşüncelerim tekrar rayına olurdu. Yahudilerin ahlak ve gelenek hakkında besledikleri düşünce çok korkunç bir şeydi. Bu hususta kaldırımlar bana hayat dersi verdi ve bu ders benim için çok acı oldu.

Yahudilerin fuhuşta ve özellikle beyaz kadın ticaretinde büyük fol oynadıklarını tespit ettim. Bu kepazelik, Fransa'nın güneyindeki liman şehirleri bir kenara bırakılırsa, Batı Avrupa şehirlerinin hepsinden çok daha kolay Viyana'da incelenebilirdi. Akşam vakitleri Leopoldstad’ın dar ve tenha sokaklarında her adım başına birtakım insanlık için yüzkarası sahnelere şahit olunuyordu. Bu durum, savaş sırasında Doğu Cephesi'nde savaşan Alman askerlerince görülene kadar Alman milletinin büyük bir çoğunluğu tarafından bilinmiyordu.

Viyana'nın bataklıklarında faziletin, büyük bir nefretle karşılayıp, isyan edeceği bu dramın başarılı bir şekilde ve tam bir tecrübe ile o terbiyesiz ve her türlü histen yoksun Yahudilerce idare edildiğini görünce vücudum bir sarsıntı geçirdi, sonra büyük bir hiddete gark oldum. Artık Yahudi meselesini aydınlığa çıkarmaktan korkmuyordum. Bunu kendime vazife edinecektim. Medeni hayatın çeşitli bölümlerinde ve güzel sanatların her türlü faaliyetlerinde Yahudi'yi teşhis edip, ortaya çıkarmayı öğrendikçe, bu adi mahlûka rastlayacağım hiç ama hiç aklımdan geçirmediğim bir yerde onunla burun buruna geldim. Yahudilerin Sosyal Demokrasi'nin idarecisi olduğunu anladığım zaman eski düşüncelerimden derhal sıyrıldım. Böylece hissiyatımla aklım arasında uzun süre devam eden mücadele sona erdi.

işçi arkadaşlarımla olan günlük görüşmelerim sırasında onların herhangi bir meselede ne kadar kolaylıkla fikir ve kanaat değiştirdiklerine dikkat etmiştim. Bu değişiklikler işçi arkadaşlarımda bir i-ki gün, hatta çoğu zaman birkaç saat içinde oluyordu. Kendileri ile karşılıklı konuşulduğunda akla uygun fikirler besleyen kimselerin, gazetelerin baskısı altına girince, bu güzel fikirleri hep birden unutuvermelerine bir türlü akıl er diremiyordum. Bu durum her zaman beni ümitsizliğe sevk ediyordu. Bu gibi kimselerle saatlerce konuşup kendilerine öğütler verdikten sonra, artık tam bir fikri anlaşmaya vardığımıza kanaat getirdiğime veya onları çürük fikirler hakkında aydınlattığıma inandığım için sevinç duyarken, aradan 24 saat geçmeden işe tekrar başlamak gerektiğini büyük bir acı ile görüyordum. Bütün çabalarım boşa gitmiş oluyordu. Bu kimselerin manasız düşünceleri, kıyamete kadar sallanacak olan bir sarkaç gibi tekrar hareket noktasına gelmiş oluyordu.

Kaderlerinden memnun değildiler. Bu işçiler, kendilerine acı darbeler indiren kaderlerine kızıyorlardı. Patronları, korkunç kaderlerinin birer zalim icracısı gibi görüyorlardı, onlardan nefret ediyorlardı. Hallerine hiç merhamet göstermeyen hükümet adamlarına küfürler savuruyorlardı. Bütün bunlar yiyecek fiyatları aleyhine gösteri yaparak, toplu halde caddelerden geçtikleri sıralarda yüzlerin den okunuyordu. Fakat bir türlü akıl erdiremediğim husus, bu işçilerin kendi milletlerine besledikleri kindi. Bunlar, milletimin büyüklüğünü meydana getiren her şeyi kötülüyorlar, tarihimizi kirletiyorlar ve ırkımızın büyük adamlarına çamur atıyorlardı. Kendi soydaşlarına, kendi yuvalarına, doğdukları vatana karşı gösterdikleri bit düşmanlık, aklın kabul edemeyeceği bir şeydi. Bu şekil hareket tabiata aykırı idi. Gerçi yollarını şaşırmış olan bu kimseleri doğru yola sevk etmek mümkündü.

Fakat bu olumlu sonuç sadece birkaç gün veya bir iki hafta devam ederdi. Doğru yola sevk edilenlerden herhangi birine bir süre sonra rastlandığında, onun tekrar eski duruma döndüğü dehşetle görülüyordu.

Link to comment
Share on other sites

Archived

This topic is now archived and is closed to further replies.

  • Recently Browsing   0 members

    No registered users viewing this page.

×
×
  • Create New...